“
Aşk, yaşamı; cinayet, ölümü sıradanlıktan kurtarır.”
Roman
bu cümleyle başlıyor. Bir yılbaşı gecesi Engin Akça adındaki
bir ölünün bulunması ile başlıyor her şey. İlk bölümde biz maktulün ölüme
gidişini adım adım izleriz. Yazar burada hâkim bakış açısıyla bize Engin
Akça’nın son anlarını gösterir.
Engin
Akça’nın ölüsü Tarlabaşılılar Kulübü’nün kapısında bulunmuştur. Bu durumdan
şüphelenen Başkomser Nevzat, kulübün sahibi Barbut İhsan’ı sorgular. Barbut
İhsan, daha önceden Engin ve onun patronu Kara Nizam’la tartışmıştır, tüm
şüpheleri üstüne çeker. Barbut İhsan, kendisinin suçsuz olduğunu Engin’i
Nizam’ın adamlarının öldürmüş olabileceğini, kendine suç atmak içinde bunu
kendi kulübünün önünde gerçekleştirdiğini dile getirir.
Barbut
İhsan’la Kara Nizam arasındaki tartışmanın asıl nedeniyse Çilem adındaki
kadındır. Çilem önceleri Barbut İhsan’ın yanında ve onun sevgilisiyken İhsan’ın
hapse girmesi sonucunda Kara Nizam’la birlikte olmaya başlar ve onla evlenir.
Kara Nizam’la Çilem’i tanıştırdığı için Barbut İhsan, Engin’i de sevmemektedir.
Ancak bir ara Engin ile Çilem’inde ilişkisi olduğu söylenir. Hem Barbut İhsan
hem de Kara Nizam birbirini suçlamaktadır.
Başkomser
Nevzat ve yardımcısı Ali olayı çözmek üzere maktulün evine giderler. Evde
birinin olduğu anlarlar, çatışma çıkar. Komiser Ali, daha sonra isminin Titiz
Tarık olduğu öğrenilecek olan kiralık katili öldürür.
Barbut
İhsan’ın mekânına Molotof kokteyli atılmasıyla birlikte olaya Ferhat Çerağ
kültür merkezinin sahibi Nazlı’da olaya dâhil olur.
Zanlı
listesi sürekli artarken, cinayetten sonra başkomser Nevzat’ın çorbacı da
gördüğü eskiden de tanığı Saltanat Süleyman’ın tesadüfen sokakta yaptığı bir
kavgaya denk gelir. Bıçak atışından dolayı da onu da listeye eklerler. Bu arada
maktul Engin Akça’nın Kara Nizam’la birlikte Tarlabaşı’ndaki kentsel dönüşümden
rant sağlama amacında oldukları ortaya çıkar. İşin içine maktulün daha önce
yurtdışında iş yaptığı uyuşturucu baronları tarafında da öldürülmüş olma
ihtimali gelir.
Titiz
Tarık bağlantısından Jale hanıma ulaşılır. Engin Akça’nın evinde bulunan
fotoğraftaki iki kadından biridir. Maktulle ilişkisi olduğu ortaya çıkar.
Ayrıca otel kayıtları bulunur. Engin Akça, Barbut İhsan ve Jale hanım birlikte
görüntülenmiştir. Katil olarak ihtimal Barbut İhsan’da ağırlık kazanır.
Bu
sıralarda resimdeki diğer kadın bulunur. Pavyonda çalışan Azize’dir. Başkomser
Nevzat ve Ali bu bara giderek Azize’yi ararlar. Pavyonda Sadri yardımcı olur,
Azize’yi bulup getireceğini söyler. Bir gün sonra Azize ve Sadri merkeze gelir
ve yardımcı olurlar.
İhtimaller
Barbut İhsan’ın üstündeyken, Tarlabaşı’nda bir olay olur. Bu sefer göstericiler
Kara Nizam’ın binasında eylem yapmak istemişlerdir. Ancak Kara Nizam’ın
yeğenlerinden biri göstericilerden birini öldürmüştür.
Bunun üstüne Başkomser Nevzat, Engin Akça ile
Kara Nizam’ın arasında rant yüzünden bir anlaşmazlık çıkarsa Nizam’ın da
öldürmüş olabileceğini düşünür.
Barbut İhsan, Nevzat’ı arar ve Çilem’in kendisi ile
konuşmak istediğini, bir şeyler bildiğini söyler. Bu buluşmadan Nizam’ın haberi
olur. Janti Cemal, Nevzat’ı arayarak olay çıkacağını Tarlabaşı’na gelmesi
gerektiğini söyler. Nevzat geldiğinde olaylar çıkmak üzeredir. Barbut İhsan ve
Kara Nizam’ın adamları çatışmaya hazırdır. Nevzat, olayları durduramaz
yaralanır. Kara Nizam, Barbut İhsan ve bazı adamları ölür. Cinayeti ikisinin de
işlemediği ortaya çıkar.
Engin,
kalbinden bıçaklanarak öldürülmüştür, ancak suç aletini bulamazlar. Dosya
neredeyse kapatılacakken bir rastlantı sonucu Bulgar göçmeni olan Sadri’nin
Bulgaristan’da sirkte bıçak atma şovu yaptığını öğrenirler ve katil ortaya
çıkar: Sadri. Sadri; Engin’i, Azize’yi üzdüğü ve ona zarar vereceğini düşündüğü
için öldürmüştür.
İstanbul,
Tarlabaşı’nda geçen roman daha çok Türk filmlerinden tanıdığımız kabadayıların,
ağır ağabeylerin, racon kesen bıçkın delikanlıların, pavyona düşmüş fakir
kızların, kumarbazların, orta sınıf mafya babalarının, evsizlerin, tiner çeken
sokak çocuklarının etrafında geçiyor. Sadece burada yaşayanları anlatmakla
yetinmiyor Ahmet Ümit, semtin geçmişinden bahsederken binaların şimdiki
durumlarının kötülüğünden de epeyce dem vuruyor.
Ülkemizde
son yıllarda yaşanan olayları da katmış Ahmet Ümit romanına. Kentsel Dönüşüm projesi
adı altında yapılan yıkımlardan, Tarlabaşı mevkindeki yıkılan tarihi
binalardan, bu binaları önceden alarak rant elde etmeye çalışanlardan. Her şeye
rağmen buna karşı çıkanlardan. Tarlabaşı’nın önceki halinden buralara nasıl
geldiğine, şehrin içinde nasıl bir getto olduğundan bahsediyor.
Kitapta
baskın olarak gördüğümüz bir diğer konu Gezi Direnişi’dir. Gezi Parkı’nda
yaşananlardan, gezi parkına katılan direnişçilerden, polislerden ve onların
yaptıklarından da bahsediyor.
Sadece
günümüzden değil geçmişten de alıntılar yapmış yazar romanına. 6-7 Eylül
olaylarına, olaylar sonrası göç etmek zorunda kalan azınlıkların yaşadıklarına
da epeyce yer vermiş.
Romanın
konusu her ne kadar, Engin Akça cinayeti ve bunun etrafında gelişen olaylar
olarak görülüyor olsa da. Romanın asıl konusu yukarıda belirttiğim sosyal
sorunlar ve olaylardır.
49
bölümden oluşan kitapta çoğu bölüm sadece olaylar arasında geçiş yapmak için
kullanılmış. Kitapta olayların başladığı bölümler ise şunlardır;
“Katili daha çabuk davranmış
anlaşılan.”
Maktul, Engin Akça’nın
romana dahil olduğu ve kimliğinin belirlendiği bölüm.
“Oysa bu çocuklar evsizdi,
umutsuzdu, geleceksizdi.”
Başkomser Nevzat’ın
sokak çocuklarından maktulün olası katilleri olabilecek Barbut İhsan ve Kara
Nizam adlarını öğrenmesi.
“Bazı gerçeklerin kimseye yararı
yoktur.”
Kitabın adı olan
Nevzat’ın lakabının öyküsünü öğrendiğimiz bölüm.
“Lütfen, sadece romanlarındaki
cinayetlerle ilgilenin.”
Ahmet Ümit’in romanda
kendini anlattığı bölüm.
“… Garip bir adamdı bu polisiyeci…
Bir yakınıymışım gibi hep sevgiyle bakıyordu yüzüme… ailenin en şeker üyesi
torunları Rüzgar’dı… beyaz dişlerini gösteren cesur bir gülümsemeyle
selamlamıştı beni… “
“Kara Nizam parsel parsel
Tarlabaşı’nı satıyor.”
Nevzat’ın Barbut İhsan’la
görüşme yaptığı bölüm.
“Azrail’e koz vermek istemiyorsan,
sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada.”
Nevzat’ın Kara Nizam’la
görüşme yaptığı bölüm.
“O polisse ben de vatandaşım.”
Romanda Gezi Parkı Olayları’nın geçtiği bölüm.
“Bu memlekette kadınların eti de,
canı da sudan ucuzdur.”
Romanın Türkiye’deki
kadına bakış açısını ele alan bölüm.
“İnsanlar o kadar korkunç ki senin
merakın onların vahşetinin yanında çok masum kalır.”
Nevzat’ın Evgenia’ya
neden kendisine Beyoğlu’nun En Güzel Abisi dendiğini anlattığı yer.
“Vicdanını rahatlatmak istiyor
olamaz mı?”
Hayata Dönüş,
operasyonlarının romanda yer aldığı bölüm.
“Rüzgar söylüyor şimdi, o yerlerde
bizim şarkımızı.”
6-7 Eylül olaylarının
romanda yer bulması.
Yazarın, romanda birçok
kişiyi kullandığını görüyoruz;
Nevzat:
Başkomiser
Ali:
Komiser
Zeynep:
Kriminolog
Şefik:
Olay Yeri İnceleme polisi
Engin Akça:
Maktül, Alaman Engin
Keto:
Sokak çocuğu, asıl adı Kerim Caner
Aysun:
Nevzat’ın yıllar önce ölen kızı
Pirana:
Sokak çocuğu, asıl adı Ömer Güzelsöz
Barbut İhsan:
Tarlabaşılılar Kulübü’nn sahibi, asıl adı İhsan Yıldızeli
Musti:
sokak çocuğu
Kara Nizam:
Öz Tarlabaşılılar Kulübü’nün sahibi, asıl adı
Çilem:
Asıl adı Hacer, Kara Nizam’ın karısı
İnce Ziya:
berber
Oğuz:
savcı
Zeynel:
polis, koca kafalı olan
Mehmet Usta:
Lezzet Lokantasının sahibi, Külbastı Mehmet
Saltanat Süleyman:
Pezevenk, 4 karısı olmasından bu lakabı almış
Naciye:
Saltanat Süleyman’ın kumarda kaybetmediği tek kadını
Namadi:
Lezzet Lokantasında çalışan Afrikalı göçmen
Kız Yahya:
Genelev sahibi
Kasımpaşalı
Nebil:
Habip: Torbacı,
uyuşturucu satıcısı
Tarık Seberci:
Ali’nin öldürdüğü adam, kiralık katil, Titiz Tarık
Hızır Cevdet:
Titiz Tarık tarafından vurulan bar sahibi
Ayten Hanım:
Psikolog
Evgenia: Nevzat’ın
sevdiği kadın, meyhane sahibi (Tatavla)
Döne Kadın:
Nevzat’ın evine temizliğe gelen kadın
Janti Cemal:
Eski kabadayı
Madam Anahit:
Nevzat’a Beyoğlu’nun En Güzel Abisi lakabını takan kadın
Entel Cavit:
Huzur Restaurant’ın sahibi
İsa:
Anahit’in bir tanıdığının Ermeni kardeşi, adam öldürmekle suçlanmış
Osman:
Barbut İhsan’ın babası, Barbat Osman
Komiser Rauf:
Nevzat’ın ilk polislik yıllarındaki komiser
Bahtiyar: Nevzat’ın
oturduğu sokaktaki köpek
Mihail Amca:
Ev sahibi
Rüzgar:
Polisiye yazarının kızı
Recep:
Bakkal
Hanifi Usta:
Oto tamircisi
Erdinç:
Feraye adlı mekanın sahiplerinden biri
Angeliki:
Evgenia’nın dayı kızı
Fofo:
Evgenia’nın yengesi, Angeliki’nin annesi
Niko:
Evgenia’nın dayısı
Remzi Efendi:
Evgenia’nın oturduğu binadaki kapıcı
Vasilaki Kiliontis:
Tarlabaşılılar Kulübü binasının mimarı
Nazif Efendi:
Tarlabaşılılar Kulübü’nün mutfakçısı
Pire Necmi:
Tarlabaşılılar Kulübü sahibi Barbut İhsan’ın sağ kolu
Mualla:
Barbut İhsan’ın dişi Buldok cinsi köpeği
Pala Ragıp:
Çilem’in babası
Medet ve Kudret:
Kara Niza’ın yeğenleri
Jale Hanım:
Engin’i seven kadın
Deli Nazlı:
Ferhat Çerağ Kültür Merkezi’nin kurucusu
Azize:
Konsomatris, Engin’in sevgilisi
Kamer Hanım:
Kara Nizam’ın ilk karısı
Durdu:
Engin’in amcası, uyuşturucu kaçakçısı
Sadri:
Bulgar göçmeni klarnetçi, Engin’in katili
Şermin, Nükhet, Gülşen:
Neşe pavyonunda çalışan konsomatrisler
Diyojen:
Asıl adı Andonis, deli
Kambur Şakir:
Kahve ocakçısı
Şahap:
Gezi olaylarında gönüllü doktor
Alyanak Remzi:
Balık pazarında esnaf
Nihal Abla:
Zeynep’in yan komşusu
Şinasi Bey:
Ali’nin yurdundaki edebiyat öğretmeni
Cengiz:
Feraye adlı yerdeki çalışan
Veli:
Zeynep’in babası
Saniye:
Zeynep’in annesi
Ayhan:
Polisiye yazarının arkadaşı
Sami:
Polis memuru
Fidan:
Öldürülen kız
Bahri:
Ferhat Çerağ Kültür Merkezinde çalışan çocuk
Yakup:
Fidan’ın babası
Rümeysa:
Fidan’ın annesi
Kumru:
Fidan’ın kardeşi
Ayşen:
Ferhat Çerağ Kültür Merkezinde kalan travesti
Fırat:
Nazlı’nın muhasebecisi
Kazım:
Eski DİSK yöneticisi
Üşengeç Agah:
Uyuşturucu satıcısı
Mizgin:
Janti Cemal’in sağ kolu
Kadı Halil:
Nargile salonu sahibi, eski ağır abi
Yasin:
Kadı Halil’in oğlu
Mihri:
Kadı Halil’in sağ kolu
Bıyık Şevki:
Eski kabadayı
Çarkçı Abbas:
Otopark işletmecisi ağır abi
Sacit Kasımoğlu:
Kudret’in avukatı
Güzide:
Nevzat’ın ölmüş karısı
Şaşı Vasili:
Asmalı Mescit’teki Rum meyhaneci
Lena Teyze:
Vasili’nin karısı
Langa Sait:
Balık pazarında esnaf
Kasım: Langa Sait’in kalfası
Kader:
Kasım’ın kızı
Bekir:
Kasım’ın kardeşi
Osman:
Kader’in sevgilisi
Müslüm:
Neşe pavyonun sahibi
Menekşe:
Fahişe
Jenya:
Türkiye’deki adıyla Pembe, Sadri’nin kardeşi
Ferhat Çerağ:
Hayata Dönüş operasyonunda ölen Nazlı’nın sevgilisi
Emlakçı Hakkı:
Nazlı’nın babası
Rıfat Bey:
Jale’nin kocası
Emel Hanım:
Rıfat Bey’in ilk karısı
Civan:
Ferhat Çerağ Kültür Merkezinde öğretmen, eski gerilla
Çekirge:
Eski tinerci çocuk, Memo
Erol:
Beyoğlu emniyetinde komiser
Balon Kamil: Evsiz,
tinerci
Kütük Nuri:
Evsiz, tinerci
Kemal:
Semerkant Kitabevi’nin sahibi
Sıtkı:
Çiğ köfte ustası
Hilmi:
Nizam’ın adamlarından biri
Lütfü:
Engin’ öldürmekle suçlanan adam
Vaçe Bey:
Tatavla’nın otoparkçısı
Sezgin Göçerli:
Komiser
Neşe ve Ayşe:
Sezgin Göçerli’nin kızları
Leonidas:
Fofo’nun babası
Katerina:
Andonis’in karısı
Nana:
Andonis’in kızı
Yadigar Hanım:
Fofo’nun komşusu
Behçet:
Yadigar’ın oğlu
Süha:
Polis
Ceylan:
Kadıköy’de öldürülen trans
Nihan:
Nevzat’ın teyzesi
Tebernüş:
Kuaför
Arslan Yankı:
Rikkat Otel çalışanı
Batuhan:
Jale’nin avukatı
Özkan:
Zeynep’in kardeşi
Serkan:
Zeynep’in kardeşi
Şükrü:
Kristal pavyonda Müslüm’ün ortağı
Dişlek Sabri:
Şükrü’yü öldüren adam
Başkişi
aynı zamanda da Beyoğlu’nun en güzel abisi olan Baş komiser Nevzat’tır. Onun
dışında karşımıza ana karakter olarak Ali ve Zeynep çıkmaktadır. Yazar, eserde
çok fazla kişi kullanmıştır ancak karakter olabilecek kişi sayısı çok
sınırlıdır. Kişi betimlemeleri oldukça iyi olan yazar kişi tahlilleri konusunda
aynı başarıyı maalesef yakalayamamıştır. Kişilerin çoğu ya fazla idealize
edilmekten de ya da başka kaygılardan dolayı başarısız olmuştur.
Romanın
başkişisi olan Nevzat’ın hem kendi ekibiyle hem de cinayeti çözmek için
konuştuğu kişilerle olan diyaloglarına baktığımız zaman yazarın iyi bir gözlem
yapamadığını görmekteyiz. Nevzat bizim karşımıza idealize edilmiş olarak çıkar.
Bilgili, görgülü, zeki, her şeyi bilebilen, herkes tarafından sevilen… Biz
Nevzat’ı kitabın başından sonuna kadar, sürekli olarak idealize şekilde
görürüz. Bu da hem romanın kurgusuna hem gerçekliğine zarar verir. Yazar bunu
dengelemek için akıllı, sakin, soğukkanlı, olgun Nevzat’ın karşısına onun tam
zıttı delikanlı, sabırsız, tecrübesiz, sinirli Ali’yi getirmiştir romana.
Aynı
zamanda romanda Nevzat ile Evgenia’nın, Zeynep ile Ali’nin aşkı havada kalmış
bir derinlik yaratmamış romanının akışına da zarar vermiştir. Romanda ikili
ilişkiler bakımından sağlam kurulan tek kurgu Saltanat Süleyman ve karısı
arasında olandır.
Romanda
fazlaca karakter kullanılmış ama bu karakterlerin içini dolduramamıştır. Çoğu
kişi bir figür olarak kullanılmıştır. Diğerleri de genel anlamda tip olarak
kalmıştır. Bu da romanın edebi olarak değerini etkilemiştir.
Romanda
kendisini de kullanan yazar, ana karakterin sevmediği bir tip yaratmak
istemiştir. Cinayet soruşturmasının çeşitli yerlerinde Nevzat’ın karşısına
çıkar.
Romanın
diline baktığımızda, sade, açık ve yalın bir dille yazılmıştır. Yazarın oldukça
akıcı bir üslubu vardır. Bu da romanı okurken herhangi bir sıkkınlık hissinin
önüne geçmiştir. Ancak yazar bu akıcılığına karşın dil konusunda eserde
yanılgılara düşmüştür.
Kişilerin
birbirleri ile konuşmaların çoğu gerçeklikten uzaktır. Anlattığı mekânın dilini
romana yansıtamamıştır. Bu da diyalogları gerçeklikten uzak hale getirmiştir.
Yer yer argo deyim ve tabirler kullansa da genel olarak baktığımızda kullandığı
dil bize yapay gelir. Sherlock Holmes’tan esinlenerek yarattığını belirttiği
ana karakter baş komiser Nevzat’ı, İstanbul şartlarına uyduramamıştır. Polisiye
romanlara baktığımız da bu alandaki gerçeklik hissi bu romanda bizde
uyanmamıştır.
Romandaki anlatıma bakarsak eğer; tasvir, iç çözümleme,
geriye dönüş, tahlil ve diğer romanlarından farklı olarak üst kurmacayı
kullanmıştır. Bunu da kendisini romana sokarak yapar. Ayrıca romanın sonunda
Ahmet Ümit’in, Baş komiser Nevzat’a hediye ettiği kitabın ilk sayfası
romanımızın ilk sayfasıdır. Bu da okuyucuya bunun bir roman olduğu gerçeğini
hatırlatmaktadır.
“Bu romanla öteki
romanlar arasındaki fark o da Ahmet Ümit. Ahmet Ümit romanda yer alıyor. Burada
Başkomiser Nevzat'a iki de bir akıl veriyor. Başkomiser Nevzat, Ahmet Ümit'e
fena halde nefret etme noktasına geliyor. Nefret etmiyor ama hoşlanmıyor da.
Fakat bu romanın öteki romanlardan farklı olarak sadece sürpriz cinayetin
çözümünde değil, aynı zamanda edebi kurgunun çözümünde de bir farklılık var.”
( Adıyaman:2013, röportaj)
Yer
yer hâkim bakış açısı kullanılsa da romanda her şeyi Nevzat’ın gözünden
görüyoruz. Yazar bütün görüşlerini de genelde Nevzat aracılığıyla dile
getiriyor. Yer yer yan karakterler yardımıyla da görüşlerini dile getiren yazar
böyle durumlarda da genelde o konuyla ilgili son görüşü Nevzat’ın ağzından yine
kendisi veriyor. Ancak yazarın çoğu sosyal sorunu Nevzat’ın ağzından vermesi ve
işlemesi çoğu yerde sizi sıkıyor. Yazarın mesaj verme gayesi romanın önüne
geçtiği için sizde sürekli ders verir gibi konuşmalarla karşılaşıyorsunuz. Bu
da romanda kurgusal olarak keskin hatalardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Çünkü sadece mesaj verme kaygısı taşıdığından dolayı okuyucuya gerçekçi
gelmiyor.
Yazar romanın anlatımında mesaj verme gayesini öne
çıkartması ve birçok sosyal olayı ve sorunu irdelemeye çalışması hem romanı
daha karmaşık hale getiriyor hem de bu olayların polisiye maskesi altında
anlatılmasından dolayı bu sorunlar yüzeysel olarak kalıyor. Olayların romana
işleyemediğini görüyoruz.
Romandaki asıl sosyal sorun Tarlabaşı’nda kentsel dönüşüm
projesi ve buna bağlı kişilerin elde edeceği rant olsa da yazarında dediği gibi
romanın yazılış amacı Gezi Parkı direnişi. Yazar bu konuyu ele almak için
romanı gelecekte geçiriyor. 2013 yılının Ekim ayında çıkan roman 31 Aralık 2013
gecesi yaşananları konu ediniyor. Zaman olarak 4 günlük bir periyodda geçen
olay yeni yılın ilk günlerinde sona eriyor.
Romanın Gezi Parkı direnişi üzerine yazılmış olduğu
belirtilse de romana baktığımızda bu direniş romanın kurgusunda karşımıza
iğreti olarak çıkıyor. Yazar Gezi Parkı direnişi ele almak ve mesaj verme
gayretinden dolayı romanın içine işleyemediğini görüyoruz. Romanda bir Gezi
Direnişi bir fondan öteye gidememiş. Romanda Gezi Direnişi ile ilgili bir
bölümden örnek vermek gerekirse;
“İncecik bedeni tirtir titriyor, faltaşı
gibi açılmış gözleri, ağaçların gölgelerini tarıyordu. Bir gasp ya da hırsızlık
olmalıydı. Ben de parka çevirdim bakışlarımı. Saldırgan ortaya çıktığında
kendimi nasıl koruyacağıma dair hiçbir fikrim olmasa da, yumruklarımı sıkarak,
meçhul hırsızın ağaçların arasından üzerimize doğru atılmasını beklemeye
başladım. Ama saniyeler geçiyor, kimse çıkmıyordu ortaya. O kadar iri yarı biri
değildim ama, belki de beni görünce saldırgan vazgeçmişti. Gövdemi kendisine
siper etmiş hala panik içinde titreyen adama döndüm.
“Korktu herhalde,” dedim güven dolu
bir sesle.
“Çıkmayacak parktan…”
Garip
bir söz söylemişim gibi yadırgayan gözlerle yüzüme baktı.
“Kim korktu?”
“Kim olacak seni kovalan adam.
Yoksa adamlar mı? Sahi kimden kaçıyordun sen?”
“Ne adamı ya?” Gözlerindeki dehşet
hiç azalmamıştı, bakışlarını parkın karanlığına dikerek mırıldandı. “Adamdan değil,
ben ağaçlardan kaçıyorum.”
Şaşkınlıkla
mırıldandım.
“Niye kaçıyorsun ağaçlardan?”
Kulağıma
doğru eğildi.
“Kesif bir alkol kokusu çarptı
burnuma, yırtık pırtık elbiselerini ilk o zaman fark ettim. Karşımda duran adam
bir evsizdi ve fena halde sarhoştu. Muhtemelen bu parkta yatıyordu. Bu gece
içkiyi de fazla kaçırınca berbat bir kabus görmüştü. Ama o bu düşüncelerimden
habersiz sayıklamayı sürdürüyordu:
“Onların ismini fısıldıyorlar,
rüzgar ne zaman esse, onların sesiyle doluyor park. Sanki ilahi gibi, dua gibi
durmadan onların isimlerini mırıldanıyorlar…”
Zavallı
adam keçileri kaçırmış olmalıydı.
“Boş ver,” dedim dostça omzuna
dokunarak. “Fısıldasınlar, sana zarar veremezler nasıl olsa.”
Çaresizlik
içinde ellerini yana açtı.
“Hayır, tanıyorlar beni. Sadece o
kocaman çınar değil, o dev gibi kestane de tanıyor. O incecik gül fidanları
bile. Evet, onlar bile, hafif bir esinti çıkmaya görsün, hemen başlıyorlar
konuşmaya.”
Saçmaladığını
biliyordum ama sormaktan kendimi alamadım.
“Nerden tanıyorlar seni?”
Hiç
duraksamadan yanıtladı:
“Geçen yazdan. Haziran ayından.”
Eliyle
parkı gösterdi.
“Burada görev yaptım ben.”
Ayyaş
filandı ama şahane bir hayal dünyası vardı.
“Bahçıvan mıydın?”
Alıngan
bir ifade belirdi yüzünde.
“Ne bahçıvanı be,” diye çıkıştı.
“Emniyete çalışıyordum ben.
Polislere yardım ediyordum. Bildiğin devlet görevlisi.”
Gitgide
daha eğlenceli bir hal alıyordu hikâye.
“Nasıl bir hizmet veriyordun?”
Küçümseyen
gözlerle şöyle bir süzdü beni.
“Abi sen bu dünyada yaşamıyor
musun? Daha birkaç ay önce, savaş alanı gibiydi burası. Cehennemden farkı yoktu
parkın…”
Sonunda jeton düştü bende. Gezi
Direnişi’nden bahsediyordu. Parktaki ağaçları söküp, alışveriş merkezi yapmak
isteyen hükümete karşı başlayan ayaklanmadan. Demek ki yazın yaşadığı olaylar
aklını karıştırmıştı zavallının. Ama itiraf etmeliyim ki söylediği yalanın bir
mantığı da vardı. Hayal dünyasının sınırlarını merak ettiğim için muhabbeti
derinleştirmek istedim.
“Peki sen ne görevi yapıyordun?”
Sinsice sırıttı, çürük dişleri göründü, kalın dudaklarının arasından.
“Parkta olan biteni anlatıyordum
polislere. Burası acayipti o zaman… İnsan doluydu her yer, solcular, sağcılar,
dindarlar, hippiler, kadınlar, aklına kim geliyorsa herkes buradaydı. Birkaç
sivil polisi fena dövdüler içerde. O yüzden polis girmeye çekiniyordu parka.
Beyoğlu Karakolu’ndan Komiser Erol Abi buldu beni. İyi adamdır Erol Abi, arada
para verir bize, içeri düşersek arka çıkar. İşte o, İstiklal Caddesi’nde
yakaladı beni. ‘Hala parkta mı yatıyorsun Memo?’ diye sordu. Ben de ‘Evet,
amirim,’ dedim.
Elime bir yüzlük sıkıştırdı. ‘İyi o
zaman her sabah, her öğlen ve her akşam bana gelip anlatacaksın… Parkta ne
oluyor, ne bitiyor, kalabalık mı, sakin mi, elebaşı kim, rapor edeceksin.’
dedi. Böylece başladım göreve.”
“Yani ihbar ettin direnişçileri…”
Sırıtması yüzünde dondu.
“N’apabilirdim ki, devletimiz
benden bir hizmet istemiş…” Duraksadı. “Hem Sülük Sami’yle, Balon Kamil de
yaptı. Hatta o lavuklar, Komiser Erol’un verdiği cep telefonuyla fotoğraflarını
bile çektiler direnişçilerin. Ben o kadarını yapmadım hiç değilse. Üstelik
parktaki gençler çok yardım etmişti Sülük Sami’ye. Doktora bile götürmüşlerdi
şerefsizi. Kan işiyordu pezevenk. Böbreğinde taş mı ne varmış. Yalan yok,
direnişçilerin sayesinde iyileşti. Bana da yardım ettiler. Her akşam sıcak
yemek çıkıyordu parkta. Kimseden para istemiyorlardı, her şey bedavaydı, ama
herkes çalışıyordu, kimse kaytarmıyordu. Cesur çocuklardı aslında. Benim
yanımda bir delikanlının gözünü kör etti polis. Gaz tüfeğiyle nişan aldı,
çocuğun gözüne. Bile bile ya… Nasıl da yakışıklıydı oğlan. Gitti sol gözü.”
“Sen niye yardım etmedin çocuğa?”
Haksızlığa
uğramış gibi yükseltti sesini.
“Ettim, kim diyor etmedim diye.
Hastaneye kadar sırtımda taşıdım oğlanı. Hem direnişçilere yardım ettim, hem de
polise. Başka çaremiz yoktu ki, direnişçiler bir hafta, bilemedin bir ay orada,
sonra polisle biz başbaşa kalacağız. Eğer muhbirlik yapmasıydım, Komiser Erol
ağzıma sıçardı benim, bu sokakları dar ederdi bana. Anlıyor musun?”
Söylediklerinin
ne kadarı doğru, ne kadarı yanlıştı bilmiyorum. Bir komiser böyle bir adamdan
yardım ister miydi, hiç emin değildim ama güzel anlatıyordu doğrusu. Eğer
uyduruyorsa, sözleri daha da değerliydi, çünkü müthiş bir kurgu yeteneği var
demekti.
“Peki, sonra n’oldu?” diye
kurcaladım.
"Söyledikleriniz polisin işine
yaradı mı bari?”ahmet ümit
“Yaramaz mı, tabii yaradı. Parkta
ne olup bitiyor saati saatine öğreniyorlardı. Yoksa Erol Abi birkaç yüzlük daha
toka eder miydi avucumuza.”
Başımla
ağaçları gösterdim.
“Ama park yerinde duruyor,
direnişçiler kazanmış, ağaçları sökememiş hükümet.”
Gizli
bir sevinçle ışıdı yüzü.
“Öyle oldu, bana sorarsan iyi de
oldu. Alışveriş merkezi yapsalardı, bizi kapısına bile yaklaştırmazlardı o
binanın. Elli metreden kışkışlardı bizi özel güvenlikçiler… Ama…” Yine o korku
gelip oturmuştu gözlerine.
“Ama şimdi de ağaçlar rahat
vermiyor… Tam kıvrılıyorum o çalıların altına, tam gözlerimi kapayacakken
başlıyorlar fısıldamaya. Ama nasıl, gitgide artıyor sesleri… İnsanın ödü bokuna
karışıyor, deli olacam valla.”
Alkolün
etkisiydi tabii, sanrılar, hayaller…
“Sen de başka bir parka git,” dedim
rahatlatmak amacıyla.
“Etrafta başka yer mi yok. Deniz
kenarına in mesala…”
Üzüntüyle
başını salladı,
“Bu park benim evim Abi. Başka
parklarda uyuyamam ki ben. Beş yıldır burada yatıyorum. Şu ilerde bir manolya
var, annemin dizi gibidir o ağaç. Mis gibi kokuların altında uyuyurum
yıllardır, bir bebek gibi huzur içinde. Evimi bırakıp, nasıl gideyim abi ben.”
İçime
dokundu adamın hali ama yapabileceğim bir şey de yoktu. Komiser Erol gibi bir
yüzlük de ben sıkıştırdım avucuna.
“Hiç değilse git bir otelde yat bu
akşam…”
Parayı
aldığına sevinmişti yine de umutsuzca baktı yüzüme.
“Peki yarın ne yapacağım abi?”
Aslında
bir pskiyatra gitmesini söylemeliydim ama bir işe yaramayacağını bildiğimden,
“Umudunu yitirme,” dedim sadece.
“Belki yarın gece konuşmaz
ağaçlar.”
Eline sıkıştırdığım parayı alıp,
sallanarak uzaklaştı yanımdan. Ben de yarım kalan yürüyüşümü sürdürdüm ama ne
yalan söyleyeyim, aklım adamın söylediklerine takılmıştı. Elbette inanmıyordum
ağaçların konuştuğuna. Yine de bakışlarımın birkaç metre ötemdeki parka
kaymasına engel olamadım. Sahi en son ne zaman gelmiştim ben buraya? İki ay
önce olmalıydı, direniş günlerinden hemen sonra, bir öğle sonu ziyaret etmiştim
bu yeşil alanı. Korkunç günlerdi, acımasızca saldırıyordu polis. Her yer biber
gazıyla kirletilmişti, her yanda tazyikli su her yanda panzerler. Coplarla,
tahta sopalarla öldüresiye vuruyorlardı gencecik kızlara, erkeklere. Ama
yılmıyordu direnişçiler, İstanbul insandan bir ırmak olmuş, akıyordu şu küçücük
yeşil alana. Her geçen gün artıyordu direnişe katılan insan sayısı. Bin, on bin
yüz bin, bir milyon… Kırk küsur gün sürmüştü direniş. Hükümet pes etmişti
sonunda, bırakın var olan yeşili ortadan kaldırmayı, yeni ağaçlar dikmişti bu
alana. Ama o günden sonra görmemiştim parkı. Acayip bir istek duydum içeri
girmek için. Ayaklarım adeta kendiliğinden sürükledi beni ağaçların bulunduğu
gölgeliğe.
Parka girince nemli bir serinlik
çöktü üzerime, yanık toprak, çürümüş ot kokusu… Dolunayın parlak ışığını
geçirmeyen gümrah ağaçların altından yürürken, beton binaların arasındaki bu
ağaçlıklı alanı bir tür tapınağa benzettim. Yok ettiğimiz doğanın son kutsal
alanı. Bir yerlerde bir kuş öttü, sanırım bir baykuş, belki şehrin son baykuşu…
Durup dinledim, bir daha sesi duyulmadı. Rüzgar durmuştu, merdivenlerden inerek,
parkın ortasındaki açıklığa ulaştım. Dolunayın altındaki havuzun gümüşten
suyuna baktım bir süre. İçim huzurla dolmuştu. Şu banklardan birine otursam,
sabaha kadar bu dingin suyu seyretsem yine de sıkılmazdım. O anda fark ettim
rüzgarı. Rüzgar bile denemez, bir yel, hafif bir esinti. Esinti usulca gezindi
alnımda, saçlarımda. Sanki günün bütün yorgunluğu bir anda uçup gidivermişti
zihnimden, bedenimden. Bir an kendimi, gökteki dolunayın, bu gölgeli ağaçların,
bu gümüşten havuzun, şu esintinin bir parçası gibi hissettim. İşte o anda
duydum sesi. Uğultu gibiydi, evet, ağaçlardan geliyordu. Adamın duyduğu ses bu
muydu yoksa? Tüylerim diken diken olmuştu ama kendimi korkutmanın anlamı yoktu.
Hemen mantıklı bir açıklama buldum zihnim: Rüzgarın sesi. Elbette rüzgarın
sesi. Zaten uğultu gibi, ne söylediği de anlaşılmıyordu. Ama bu büyülü gece,
mantıklı açıklamamı çürüttü hemen; uğultu giderek netleşti, bir kız çocuğunun
incecik sesine dönüştü. Ardı ardına isimler sıralamaya başladı.
“Ali , Abdullah, Mehmet, Ethem,
Mustafa.”
Bir
dua, bir ilahi, bir tekerleme gibi.
“Ali, Abdullah, Mehmet, Ethem,
Mustafa.”
Dehşet
içinde kalmıştım. Neler oluyordu. İlk aklıma gelen, o evsiz adamın haklı
olduğuydu, demek hayal görmemişti. Ağaçlar gerçekten de konuşuyordu. Hem de hiç
susmadan. Sevgiyle, saygıyla, örselemekten çekinir gibi şefkatle hep aynı beş
ismi tekrarlıyorlardı.
“Ali,
Abdullah, Mehmet, Ethem, Mustafa.”
İyi
de kimdi bu isimleri söylenen insanlar? Etrafa bakınırken gördüm; havuzun
karşısındaydılar, beş insan, beşi de gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Evet,
karşıdaki anıt mezardan söz ediyorum. Beş fotoğraf çerçevesinden bana bakan beş
insandan. Ama sadece fotoğraflar yoktu yeşil çimenlerin üzerinde; beş de mezar
taşı vardı. Sembolik olsalar da gerçek mezarlar taşlarından daha etkili
görünüyorlardı ay ışığının solgun parlaklığında. Onlara doğru yürüdüm.
Taşlarının üzerindeki yazılara baktım. Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert,
Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Mustafa Sarı yazıyordu. Bu ağaçlar
kesilmesin diye yapılan direnişte yaşamını yitiren beş gencecik insanın adları.
Ne yapacağımı bilemeden öylece kala kalmıştım olduğum yerde. Ama rüzgarda
usulca kıpırdanan ağaçlar, bir dua gibi aynı isimleri tekrarlamayı
sürdürüyorlardı kararlılıkla.” ( Ümit:2013,298-304)
Romanda
Gezi Parkı yukarıdaki bölümün dışında başka bölümlerde de yer yer geçmekte,
gerek Nevzat’ın sokak çocuklarıyla konuşmalarında gerek Kara Nizam’la
konuşmasında ya da Nazlı hanımla konuşmasın farklı boyutlarıyla
irdelenmektedir.
Diğer
bir sosyal sorun olan 6-7 Eylül olaylarını yine Nevzat üzerinden anlatıyor.
Sevgilisi Evgenia’nın davetlisi olarak gittiği yerde tanıştığı kişiler
sayesinde açılan konu o dönem yaşanan acılardan bahsediliyor. Yazar burada
Tarlabaşı’nın günümüzdeki halinin de 6-7 Eylül olayları gibi yaşayan kişileri
yerlerinden alıkoymak olduğu mesajını veriyor. Ancak baktığımızda 6-7 olayları
romanda Gezi Parkı kadar havada kalmamıştır. Azınlıklar ve
hakları, Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini
körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikâyeler ile oldukça güzel anlatılmış tam
olarak yansıtıldığını söyleyemeyecek olsak bile gerek kişilerle kurduğu
diyaloglar gerek tasvir olarak güçlü bir anlatım ile okurken size kurguda bir
aksaklık olduğu hissini uyandırmaz.
Roman
çok kısa olarak Hayata Dönüş Operasyonu’ndan da bahsetmiştir. Romanda kurgusal
olarak hatalı olmayan ve iyi irdelenen tek sosyal sorun Tarlabaşı’nda ki
kentsel dönüşümdür. Yazar burada kendi görüşlerini Nevzat ve Nazlı Hanım
aracılığıyla söylemiş diğer fikirleri ise Kara Nizam, Barbut İhsan gibi kişilerle aktarmıştır.
Yazar
sosyal sorunları genelde geriye dönüş tekniği ile anlatmayı seçmiştir. Hatta
romanda Gezi Parkı direnişini kullanmak için romanı gelecekte başlatmıştır.
Romanda
yer olarak İstanbul’un Beyoğlu semti ve Tarlabaşı seçilmiştir. Yazarın tasvir
yeteneği çok başarılıdır. Her yeri açık olarak belirten yazar kuvvetli ortam
tasvirleri yapmıştır. Beyoğlu ve Tarlabaşı’nın dışında Nevzat’ın evinin olduğu
yer Balat ve Polis merkezi de mekân olarak seçilen diğer yerlerdir. Yazar cadde
cadde, sokak sokak oldukça ayrıntılı yaptığı tasvirler de mekânların
tarihlerinde de bahsetmektedir.
Mekân
olarak neden Tarlabaşı’nı aldığını ise yazar şöyle açıklar:
“Tarlabaşı
aslında bugünkü sorunlarımızı ele alan bir mekan. Simgesel bir mekân. Çünkü
şehrin göbeğinde ne yazık ki geri kalmış bir mekan. İnsanların hayat mücadelesi
vermeye çalıştığı, namuslu insanların ayakta kalmaya çalıştığı bir alan. Bu
alan kentsel dönüşüm ile çok da gündemde. Tarlabaşı'nın bize söylediği bir şey
var. O da şu: 'Tarlabaşı niye bu hale geldi? Şehrin göbeğinde neden böyle bir
yapılanma var. Çünkü biz yıllar önce ırkçı tutumlarla hükümetlerin ve devletin
ırkçı politikaları ile oradaki insanları ötekileştirdik. Yaşanan olaylar ile
oradaki insanları sürdük. Sürünce ne oldu? Yerine böyle ezberilik ve darabet
çıktı. Bugün de aynı sorunları yaşıyoruz. Bugün bize gerekenler herşeyden daha
fazla ötekileştirmemek. Birlikte yaşamak. Farklı yaşam tarzlarımız olabilir.
Farklı inançlarımız olabilir, hayata dair farklı görüşlerimiz olabilir. Önemli
olan hepimizin bu farklılıklar içerisinde yaşayabilmemiz. Bu mümkün müdür?
Elbette mümkündür. Çünkü buradaki Romalılar böule yaşıyordu. Osmanlı'da böyle
yaşanıyordu. Bizde böyle yaşamalıyız. Başarının, ülkenin ileri gitmesinin,
ülkenin barış içerisinde hoşgörü ve güzellik içerisinde yaşamasının tek yolu
budur.” ( Adıyaman:2013- röportaj)
Romanın
zaman olarak gelecekte geçtiğini ve dört gün içinde geçtiğini söylemiştik. Roman,
gelecekte geçse de romanın zaman akışında bir geriye dönüş yoktur. Yılbaşı
gecesi başlayan roman Ocak ayının başında son bulmuştur.
Romana
genel olarak bakacak olursak akıcı, tasvir gücü yüksek ancak kişi tahlilleri
zayıf, kullanılan dil ile romanın geçtiği yerin dili arasında fark vardır. Her
ne kadar bir cinayet soruşturması ve birçok cinayet olsa da bir polisiye roman
demenin güç olduğu bir romandır. Birçok sosyal soruna parmak basmak ve mesaj
vermek amaçlanmıştır bu da romanın kurgusunda sıkıntılara yol açmıştır. Bu
kurgusal hatalar ve verilen sosyal sorunların çoğunun havada kalması, idealize
etme amacıyla kullanılan dilin mekânın geçtiği sokak jargonunu yansıtmaması romanın
edebi değerini düşürmüştür.
Kemal Hatemcan Kum - Hacettepe Üniversitesi
KAYNAKÇA
MORAN, Berna. “Türk
Romanına Eleştirel Bir Bakış 3.”
İletişim Yayınları. İstanbul. 2009
ÜMİT, Ahmet. “
Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”Everest Yayınları. İstanbul. 2009
____________. “ Bir
Mezarlık Yaratacak kadar çok adam öldürdüm.” (Röportaj: Pınar Erbaş)
24.11.2013 < http://www.hthayat.com/kadinca-hayat/roportajlar/haber/1017330>
____________. “
Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” ( Röportaj: Ömer Adıyaman) 24.10.2013 < http://www.son.tv/haber-209756 >