Hayal gücü, dünyadan büyük

29 Mayıs 2014 Perşembe

Polisiye roman ve Ahmet Ümit’in roman yazarlığı

                                            Giriş  ( Kemal H. Kum/Hacettepe Üniversitesi)
I.

Ahmet Ümit’in hayatı;

     Gaziantep'te yılında yedi çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası kilim tüccarı, annesi terzi idi. İlköğreniminin ardından Gaziantep Atatürk Lisesine devam etti. 14 yaşından itibaren sol görüşlü bir aktivist oldu. Ülkücülerle aralarında çıkan bir kavgadan dolayı 24 arkadaşıyla birlikte Gaziantep dışına sürgün edildiği için liseyi Diyarbakır’ın, Ergani ilçesinde tamamladı.

     1979’da Marmara Üniversitesinin Kamu Yönetimi bölümünde yüksek öğrenimine başladı. Öğrencilik yıllarında tanışıp evlendiği Vildan Hanım ile evliliğinden Gül adında bir kızı oldu (1981). 1980 darbesinin ardından derneklerde sol görüşlü olarak çalıştı. 1982’de düzenlenen “Anayasaya Hayır” kampanyasına katıldı. Duvarlara afiş yapıştırırken yakalanan arkadaşları için öykü şeklinde yazdığı rapor, takma adı olan "K. Yalçın" imzası ile önce Atılım Dergisinde sonra Prag’da 40 dilde yayın yapan Barış ve Sosyalizm Sorunları Dergisinde yer aldı. Yazarlığa adımını bu rapor/öykü ile attı. 1983 yılında üniversite öğrenimini tamamladı.

     Üyesi olduğu Türkiye Komünist Partisi (TKP) tarafından 1985’te Moskova’ya gönderildi. 1985-1986 yılları arasında Moskova Sosyal Bilimler Akademisinde eğitim gördü. TKP tarafından komünistlik eğitimi almak için Rusya’ya gönderilen altı gencin başından geçenleri anlattığı "Kar Kokusu" (1998) adlı romanı, bu dönemde yaşadıklarından izler taşır. Moskova’da iken şiir yazmaya başladı. 1989’da aktif politikadan ayrıldı ve Sokağın Zulası adlı şiir kitabını yayımladı. Arkadaşı Ali Taygun ile bir reklam ajansı çalıştırmaya başladı.

     1990 yılında bir grup edebiyat tutkunuyla birlikte Yine Hişt adlı kültür-sanat dergisini çıkardı. Şiir, öykü ve yazılarını Adam Sanat, Yine Hişt, Öküz ve Cumhuriyet Kitap dergileri ile Yeni Yüz yıl gazetesinde yayımladı.

     1992 yılında yayınlanan ilk öykü kitabı “Çıplak Ayaklıydı Gece”, aynı yıl Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü'nü aldı. Bu kitap Ahmet Ümit'i yazın dünyamıza tanıtan ilk kitap olma özelliğini de taşır.

     Arkadaşı tiyatro yönetmeni Ali Taygun’un teşvikiyle polisiye yazmaya ağırlık veren Ahmet Ümit, 1993 yılında ATV için çekilen "Çakalların İzinde" adlı polisiye dizinin öykülerinin ve senaryosunun yazılmasına katkıda bulundu. Ardından da 1995'te Ahmet Ümit, çeşitli gazete ve dergilerde Franz Kafka, Dostoyevski, Patricia Highsmith, Edgar Allan Poe ve polisiye roman yazarları üzerine inceleme ve tanıtım yazıları kaleme aldı.

     "Bir Ses Böler Geceyi"(1994) adlı uzun hikâyesinin ardından "Masal Masal İçinde" (1995) yayımlandı. Annesinden dinlediği masalları düzenleyip yazdığı bu kitap çeşitli özel ilköğretim okulunda ve özel kolejlerde ders kitabı olarak okutuldu, Korece’ye çevrildi Kitaplarının tümünde var olan gerilim duygusu "Sis ve Gece"(1996) adlı polisiye romanında kendisini tümüyle dışa vurdu. "Sis ve Gece" Türkiye'de yankı uyandırdı, tartışmalara yol açtı. Yunanistan'da yayımlanarak yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiye yapıtı unvanını kazandı.

       "Sis ve Gece"'yi "Kar Kokusu" (1998) adlı romanı, "Agatha’nın Anahtarı" (1999) adlı polisiye öykü kitabı takip etti. 2000’den itibaren "Patasana"(2000), "Kukla" (2002), "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" (2002), "Beyoğlu Rapsodisi" (2003), "Aşk Köpekliktir" (2004), "Ninatta’nın Bileziği" (2006), "Kavim" (2006) adlı kitaplarını ardı ardına yayımladı. 2007’de "İnsan Ruhunun Haritası" adlı denemesi yayımlandı. 2008'da yayınlanan "Bab-ı Esrar"'da Şems-i Tebrizi cinayetini konu edindi. İstanbul hakkında çok detaylı bilgiler de içeren "İstanbul Hatırası" adlı polisiye romanı Haziran 2010'da okuyucularla buluştu. 2012 yılında Fatih Sultan Mehmet’i konu alan “ Sultanı Öldürmek” adlı romanı ve 2013 yılında ise en son romanı olan “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” adlı polisiye romanını yayımladı. Yazarın "Başkomiser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü" (2005) adlı bir de çizgi romanı vardır.

    Öykülerinden yola çıkılarak Uğur Yücel tarafından Karanlıkta Koşanlar ve Cevdet Mercan tarafından Şeytan Ayrıntıda Gizlidir dizileri yapılmış, "Sis ve Gece" adlı romanı 2007 yılında Turgut Yasalar tarafından sinemaya uyarlanmıştır.2013 yılında “Aşk Köpekliktir” adlı eseri tiyatroya uyarlanmıştır. “İstanbul Hatırası” adlı romanının ise 2014 yılında sinemaya uyarlanması bekleniyor.

Ahmet Ümit’in eserleri;
·         Sokağın Zulası (1989)
·         Çıplak Ayaklıydı Gece (1992)
·         Bir Ses Böler Geceyi (1994)
·         Masal Masal İçinde (1995)
·         Sis ve Gece (1996)
·         Tapınak Fahişeleri Başkomser Nevzat 2 (1997)
·         Agatha'nın Anahtarı (1999)
·         Kar Kokusu (1998)
·         Patasana (2000)
·         Şeytan Ayrıntıda Gizlidir (2002)
·         Kukla (2002)
·         Beyoğlu Rapsodisi (2003)
·         Aşk Köpekliktir (2004)
·         Başkomser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü (2005)
·         Kavim (2006)
·         Ninatta'nın Bileziği (2006)
·         İnsan Ruhunun Haritası (2007)
·         Olmayan Ülke (2008)
·         Bab-ı Esrar (2008)
·         İstanbul Hatırası (2010)
·         Başkomser Nevzat 3: Davulcu Davut'u Kim Öldürdü ? (2011)
·         Sultanı Öldürmek (2012)
·         Beyoğlu'nun En Güzel Abisi (2013)


II.

Türk Edebiyatında Popüler Roman;

     Tanzimat sonrasında Batılı edebiyatın, Türk okur ve yazarlarınca takip edilmeye başlanması orada üretilen eserlerin yerli karşılıklarını üretme ve okuma hevesi uyandırmıştır. Bu amaçla popüler edebiyata dâhil edilebilecek çok sayıda eser yazılmıştır. Ancak Batı edebiyatındaki konular göz önüne alındığında bizim edebiyatımızda, bazı türlerin öne çıktığını, bazı türlerinse neredeyse hiç çıkmadığını görürüz. Dolayısıyla Türk edebiyatında popüler romanlar incelendiği zaman çoğunluğu, aşk, suç edebiyatı ve bizim edebiyatımıza özgü olan popüler tarihi maceralar başlıkları altında toplanmaktadır.

     Türk edebiyatında popüler romanların yazılmaya başlanmasında Batılı dillerden yapılan çevirilerin büyük önemi vardır. Bu çeviri ve tefrika faaliyetine dönemin neredeyse bütün yazarlarının dahil olduğu ve gazetelerin tirajlarının artmasında yayımladıkları bu tür romanların büyük etkisi olduğu bilinmektedir.

      Tefrika romanların gazete ve dergilerin tirajlarını arttırmasının yanında bir başka önemli katkıları da halkın bu eserler sayesinde okuma yazma yeteneğini geliştirmesidir. Ayrıca bu eserleri okuyabilmek için okuma yazma öğrenmeye heveslenenlerin de var olduğunu tahmin etmek güç değildir.


      Türkiye’de popüler edebiyatın babası da Ahmet Mithat Efendi’dir. Ahmet Mithat verimli kalemi sayesinde birçok türde eser vermiştir. Dili, üslubu birçok defa eleştirilen yazarın, halkın roman türünü sevmesindeki katkıları ise reddedilemezdir.


     Türk edebiyatında popüler türler içerisinde belki de en çok ürün verileni aşk romanı, diğer adıyla romanstır. Romans türü edebiyatımızda, sadece masum aşkları değil erotizmin birçok biçimini de içeren bir tür olarak geniş biçimde değerlendirilmiştir. Bu türe giren ilk eserlere bakıldığında imparatorluğun çöküş yıllarına denk gelen bu yayımlarda erotizmin hakim olduğunu görülür. 1890’lı yıllarda eserler veren Mehmet Celal’in romanlarında kadınlar arası ilişkiler de dâhil olmak üzere cinsellik işlenmiştir. Yazarın Leman, Damen Alude, Venüs, Bir Sefil Kadının Hayatı gibi eserleri daha sonra yazılacak erotik romansların öncülerindendir. (Uğur:2007,168)


      Güzide Sabri ise yoğun duygusallık taşıyan eserleri ile sonraki dönemde yazılacak kadın romanslarının öncülerindendir. Münevver (1901), Ölmüş Bir Kızın Evrak-ı Metrukesi (1905), Yaban Gülü (1920), Nedret (1922), Hicran Gecesi (1930) gibi eserleri Türk kadın okuyucuları tarafından çok beğenilmiştir. Güzide Sabri ile aynı dönemlerde yaşayan ancak yazmaya daha sonra başlayan üç isim ise edebiyatımızın romans yazarları içinde en çok tanınanları olmuştur. Bu yazarlar, Muazzez Tahsin Berkand, Esat Mahmut Karakurt ve Kerime Nadir’dir. Ayrıca Aka Gündüz’de erkek romans yazarıdır.


       Türk popüler edebiyatında en az eser verilmiş türlerden biri gotik-korku veyahut fantastik edebiyattır. Türk kültüründe cin, peri, büyü, muska, ejderha, sihir, her türden batıl inanışlar gibi korku unsurları masallarda ve günlük hayatın her evresinde görülmüştür. Yüzyıllar öncesinden kalan inanışlar kimi yerlerde toplumsal hayatı şekillendirecek kadar güçlüdür. Bu duruma rağmen Türk edebiyatında korku içeren eserlere rastlamak neredeyse imkânsızdır.


    Edebiyatımızın bu türe ilgi göstermemesinin belki de en önemli nedenlerinden biri başlangıcından itibaren yeni edebiyatın gerçeklik kaygısıdır. Yeni edebiyatın kurucularından ve en güçlü isimlerinden olan Namık Kemal’in “Celal Mukaddimesi”nde, cin, peri masallarını aşağılaması kendi dönemini ve sonra gelen nesilleri çok etkilemiştir. Bu türe yeterli ilgi göstermemesinin bir başka nedeni de ülkenin geç modernleşmesidir. Son iki yüzyıldır ülkemiz aydınlarının temel kaygısı bir an önce Batı’ya yetişmektir. Bunu sağlamak için en kısa yolun Batılı bilim ve tekniği bir an önce hayata geçirmek olduğunu iddia etmişlerdir. Yeni nesilleri de bu amaca uygun yetiştirmek için eğlencelik eserler yerine, öğretici eserleri öne çıkarmışlar, toplumu değiştirme amacını her zaman önde tutmuşlardır. Bu kaygı nedeniyle eğlenceye, kaçışa yönelik eserler hakkında her zaman olumsuz yorumlar yapılmıştır. Romans, suç öyküleri gibi türler gerçeklik bağları olsa bile bunların da ikincil edebiyat olarak görülmesi üretim sürecini de etkilemiştir. Fantastik türde eser verenler içerisinde en tanınmış olan yazarımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Fantastik edebiyat türünün ülkemizdeki ilk temsilcisi olarak Giritli Aziz Efendi görülmektedir. Muhayyelat-ı Ledünn-i İlahi adlı eserinde Aziz Efendi, gerçeküstü varlıkları ve dünyayı kullanmıştır. Eserin birinci bölümü olan Hayal fantastik görüntülerle işlenmiştir.( Uğur:2007,169)

       Popüler edebiyatın en çok sevilen türlerinden olan suç-dedektif öykülerinin Türk edebiyatında çok sayıda örneği vardır. Tıpkı romans gibi suç hikâyeleri de yeni edebiyatımızın ilk dönemlerinden itibaren hayli ilgi çekmiştir. Ülkemizde suç edebiyatının ilk örnekleri tercüme çalışmalarıyla verilmiştir. 1880’li yıllardan itibaren dönemin aydınlarının en iyi bildiği dilden, yani Fransızca’dan yapılan dedektif romanı tercümeleri gazetelerde tefrika olundukça okuyucunun ilgisi görülmüş ve daha sonra telif eserler verilmeye başlanmıştır. Dönemin padişahı Abdülhamit’in de polisiye edebiyat meraklısı olduğu ve her gece uyumadan önce yardımcılarına bu tür romanlar okuttuğu bilinmektedir. Bu dönem suç edebiyatından çeviri yapanlar arasında S. Nazif, A. Mithat, A. Rasim, A. İhsan gibi isimler de vardır.


       Suç öyküleri türünde ilk telif eser ise Ahmet Mithat Efendi’nin 1884 yılında yazdığı Esrar-ı Cinâyât’tır. Ahmet Mithat Efendi, eseriyle Batılı tarzda bir suç öyküsü ortaya koymaya çalışmıştır. Kısmi olarak bunda başarılı olmuş ancak tipik dedektif öyküsünün bazı aşamalarını ihmal etmiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin polisiye türündeki diğer eserleri ise Hayret (1885) ve Haydut Montari’dir (1887). Türkçedeki ilk polisiye roman dizisi Ebulbehzat tarafından 1912’de Beyoğlu Cinayat Serisi adıyla başlar ancak ilk sayıdan sonra yayımı durur.


       Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai isimli kahramanın maceralarını anlatan polisiye dizisi ise türün en popüler eserlerindendir. 1924 yılından başlayarak çeşitli dönemlerde üç ayrı dizi halinde yayımlanan Cingöz Recai serileri Cingöz Recai’nin Harikulade Sergüzeştleri Serisi, Cingöz Recai Kibar Serseri ve Sherlock Holmes’e Karşı Cingöz Recai isimlerini taşır. Eserin kahramanı Cingöz Recai, cinayet islemek istemeyen, zevk için hırsızlık yapan kişiliği ile Arsen Lupen’in uyarlaması olarak yaratılmıştır.(Üyepazarcı:2008,_)


       Polisiye eserlerin çok sevilmesi nedeniyle bu türdeki çevirilerin her dönemde devam ettiği görülmektedir. Çeviri faaliyetinin en önemli isimlerinden biri de Kemal Tahir’dir. Yazar ilk olarak Mickey Spillane’in “I, the Jury” adlı Mike Hammer romanını “F. M. İkinci” takma adıyla çevirmiştir. Kitap 100 binden fazla satılınca yenileri de çevrilir. Ancak Spillane toplam altı kitap yazdığı için, Kemal Tahir piyasanın ilgisine karşılık vermek amacıyla telif Mike Hammer maceraları yazmaya başlar. Yine takma adla dört adet kitap yazar. Derini Yüzeceğim (1954), Kara Nara (1955), Kıran Kırana, Ecel Saati adlı bu romanlarda Mike Hammer’ı kimi zaman yerli bir kabadayı ağzıyla konuşturmuştur.


       Edebiyatımızda dini içerikli romanları 1968 yılında Hekimoglu İsmail’in yazdığı Minyeli Abdullah romanı ile başlar. Hekimoglu İsmail, Maznun (1974) adlı kitabıyla birlikte dini romanlarının temel klişelerini ortaya koymuştur. Sonradan gelen birçok yazar da bu klişeleri tekrar tekrar kullanarak bu türün yaygın biçimde tüketilmesini sağlamışlardır. Daha sonraki yıllarda Şule Yüksel Şenler’in yazdığı Huzur Sokağı adlı roman gençler üzerinde büyük etkilerde bulunmuş ve sinemaya da uyarlanmıştır.


       Türk edebiyatında en fazla ürün verilen türlerden biri tarihi popüler romanlardır. Tarihi romanları genel anlamda iki kısma ayırmak mümkündür. İlk olarak, tarihi, bir tarihçi gibi ele alarak onun gerçekliğine bağlı kalmaya çalışan romanlardır. Ciddi edebiyata dâhil edilen bu eserler aracılığıyla yazarlar, tarihe, topluma ve siyasete dair görüşlerini aktarırlar. Tarih çoğunlukla ülkenin sorunlarını çözmenin aracı olarak ele alınır.


       İkinci tür ise popüler roman kapsamına giren eserlerden oluşmaktadır. Genellikle macera ağırlıklı popüler eserlerde amaç tarihin kendisi değildir; tarih sadece fon olarak kullanılır. Tarihi macera romanlarını bir tür haline getiren ise kullandıkları basmakalıp tipler ve formüllerdir. Bu tür romanlarda, asil, tok gözlü, ülkesi ve milleti için her an kendini fedaya hazır Türk kahramanlar basmakalıp tiplerdir. Ayrıca sıradan karakterler arasında da benzer durum vardır. Türk kişiliklerin hepsi dürüst, ülkesine bağlı ve fedakâr iken yabancı olanlar zalim, açgözlü, hilekârdırlar. Türk olmayan kadınların hemen hepsi cinsellik konusunda çok rahattırlar. Çoğunlukla Türk kahramanı arzularlar. Türk kadınlar ise asla cinsel eylemlerle anılmaz. Tarihi popüler romanların en büyük ismi şüphesiz Abdullah Ziya Kozanoğlu’dur (1906-1966). 1923 yılında yayımlanan Kızıl Tuğ adlı ilk eserinden sonra çok sayıda tarihsel macera kaleme almıştır. Diğer tarihi roman yazarları gibi o da sık sık İslamiyet öncesi dönemde yasayan Türklerin maceralarını yukarıda anlatılan formüle uygun olarak anlatmıştır. Kozanoğlu’ndan sonra türün en çok tanınan yazarları Feridun Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş ve Reşad Ekrem Koçu’dur.


III.

Türk edebiyatında Polisiye Roman;

       Ülkemize polisiye romanların girişi, polisiyenin batıdaki başlangıcından (Poe’nun Morg Sokağı Cinayeti) kırk yıl sonra gerçekleşmiş ve bu giriş çeviri romanlarla olmuştur. Dilimize çevrilen ilk polisiye roman ise Fransız yazar Ponson de Terrail’in Paris Faciaları adlı kitabıdır. 1881 yılında Ahmet Münif tarafından çevrilmiştir. (Üyepazarcı:2008,_)

         Erol Üyepazarcı dilimize çevrilen polisiyeleri iki sınıfa ayırır; 1881 yılı ile II. Meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılı arası ilk dönem,1908 ile 1928 (harf inkılabı) yılları arası ikinci dönem. Birinci dönemde daha çok Fransız polis romanları çevrilmiştir. Bu dönemin çevirmenleri arasında Ahmet Mithat Efendi(Emile Gaboriau’nun ‘Orcival Cinayeti’ni 1884’te çevirdi), Hüseyin Rahmi Gürpınar, Fazlı Necip, Süleyman Nazif, Ahmet Rasim önemli yer tutar.


      1908-1928 arasındaki ikinci dönemde ise II. Meşrutiyet’le gelen hürriyetle birlikte gerek çevirilerde gerekse telif polisiye romanlarda patlama olmuştur. Ayşe Altıntaş Balcı, bu dönemdeki popülerleşmeyi polisiye eserlerin önce gazete ve dergilerde tefrika edilip sonra kitap haline getirilmesi ve halkın bu tefrikalara ucuz yoldan ulaşabilmesine bağlar.

       Bir taraftan türün Artur Conan Doyle, Maurice Leblanc, Gaston Leroux, Marcel Allain-Pierre Souvestre ikilisi gibi ünlülerin eserleri çevrilir ve Türk okurlar söz konusu yazarların kahramanları Sherlock Holmes, Arséne Lupin, Roulatabille ve Fantome ile tanışırken; bir yandan da daha önce tanıttığımız polisiye türünün “proleterleri” diyebileceğimiz ve uluslararası  polis edebiyatında Dime Novels yani On Paralık Romanlar diye tanımlanan alt türün çevirileri de geniş okuyucu kitlelerine ulasmıstır. Bu alt türün en önemli kahramanları ise Nick Carter ve Nat Pinkerton’dur. (Balcı:2005,12)

       Çeviri romanların ardından telif romanlarını görürüz. Telif polisiye romanları da çeviri polisiye romanlar gibi birinci dönem (1881-1908) ve ikinci dönemde (1908-1928) olmak üzere iki bölümde inceleyebiliriz. Birinci dönem yazılan ve ilk telif polisiye roman olma özelliğini taşıyan Ahmet Mithat Efendinin Esrâr-ı Cinâyât (1884) adlı polisiye romanından başlar. İkinci dönemde ise telif romanlarda çok sayıda artış olmuştur. İlk dönem bir polisiye roman yazan Fazlı Necip bu dönemde birçok eser vermiştir. II. Meşrutiyetin ilanından sonra çıkarmaya başladığı Arsen Lupin çevirilerinin 6. cildinden sonra 7., 8. ve 9. ciltlerini bu telif polisiye romanlarına ayırmıştır. Ancak bu eserlerinin pek başarılı olduğu söylenemez.

        Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai tiplemesinin serüvenleri 1924’te başlamış ve yazarın ölümünden bir yıl sonra 1962’de toplu olarak basılmıştır. Dizi, 1924 ve 1925’te yayımlanan onar kitaptan oluşan Cingöz Recai’nin Harikulade Sergüzeştleri Serisi ve Cingöz Recai Kibar Serseri Serisi ile 1926’da yayımlanan on beş kitaptan oluşan Sherlock Holmes’a Karşı Cingöz Recai dizisinden oluşmaktadır. Dizi tıpkı Sherlock Holmes gibi çok tutulmuştur. Cingöz’ü ikinci dizinin sonunda yakalatarak diziye son vermek isteyen Server Bedi okuyucunun isteği üzerine 301 sayfalık çok hacimli bir kitapla Cingöz’ün Esrarı ile onu geri getirmiştir (1925). Cingöz Recai sinemaya aktarılan ilk Türk polisiye roman kahramanı olma unvanını da kazanmıştır.(Uğur:2007,349)

       1940'lı yıllarda, Türkiye'de Hamdi Varoğlu, Rıza Danışment Korok, Melek Z., İlhami Safa, İskender Fahrettin Sertelli, Ziya Çalıkoğlu, Mecdi Emiroğlu, Cahit Gündoğdu, Turhan Aziz Beler ve Faik Benlioglu gibi isimleri sayabiliriz. 1950’li yıllarda ise, Kemal Tahir, Afif Yesari, Ümit Deniz, Aziz Nesin gibi yazarları sayabiliriz. Kemal Tahir 1950’li yıllarda Mike (Mayk) Hammer (Mickey Spillane) çevirileri yapmış ve daha sonra çevirileri bırakıp F.M. takma adıyla telif Mike Hammer romanları yazmıştır. Aziz Nesin de katılmış ve Nuru hayat takma adıyla Beyaz Mendil adlı başarısız bir polisiye roman yazmıştır. (Uğur:2007,350)

       1960’lardan sonra siyasî tansiyonun yükselmesi ile birlikte polisiye yazımında bir azalma gözlenmiştir. A. Ömer Türkeş Türkiye’de 1980’lerin bir bellek yitimiyle açıldığını, polisiyenin yüzyıllık geçmişine kimsenin dönüp bakmadığını, polisiyeye yeni yeni yazılan bir tür muamelesi yapıldığını belirtir. 80’li yıllardaki ilk örnekler ise Erhan Bener’in Sisli Yaz (1984) ve Çetin Altan'ın Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri (1985) Pınar Kür'ün Bir Cinayet Romanı (1989) ve Ümit Kıvanç'ın Bekle Dedim Gölgeye (1989) adlı polisiyeleri  ile Mehmet Eroğlu'nun Issızlığın Ortasında (1984), Geç Kalmış Ölü (1984) ve Yarım Kalan Yürüyüş (1986) romanları da siyasi polisiye Örnekleridir. (Türkeş:2006,16-17)


       1990'lı yıllar yerli polisiyeler için bir altın çağın başladığının habercisidir.Levent Aslan Karanlığın Gözleri(1991), Taner Ay Marsyas'ın Cesetleri(1992), Erhan Bener Gece Gelen Ölüm(1992), Engin Geçtan Kırmızı Kitap (1993), Osman Aysu Havyar Operasyonu, Mavi Beyaz Rapsodi, Cellat romanları, Piraye Sengel Gölgesiz Bir Kadın (1994), Murat Çulcu Baykuşlar Vadisi (1997), Ünal Bolad Cinnet (1998), Reha Mağden Yazlıların Tableti (1999), Armağan Tekdöner Çırak (1999), Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı (1999), Sadık Yemni Amsterdam’ın Gülü adlı eserleriyle ve Akif Pirinççi de Felidea dizisiyle iyi birer polisiye yazarı olduklarını kanıtladılar. 1999 yılında başlatılan Kaktüs Kahvesi Polisiye Roman Yarışması, edebiyatımıza üç yeni yazar ve eser kazandırdı: Jüri özel ödülü verilen Rüzgarsız Şehir'de bilimkurgu ağırlıklı heyecan dolu hikâyesiyle Cenk Eden, Türk dilinde yazan İngiliz vatandaşı Birol Oğuz’un ödülsüz ama başarılı romanı Siyah Beyaz ve birincilik ödülü verilen Celil Oker'in Çıplak Ceset adlı eserleri. Ahmet Ümit’te ilk çıkışını bu yıllarda yapmıştır.

      2000’li yıllarda polisiye romanın tıpkı  1930 - 1950’li yıllardaki altın çağına benzer bir çağ yaşadığını belirten A. Ömer Türkeş “İyi Başladı” başlıklı yazısında, sadece 2006’da yayımlanan onlarca eser ve yazarları Orhan Teoman Özdemir, Havva Gülbeyaz Coşkun, Şule Sahin, Mehmet Murat İldan, Başar Aksan, Kemal Barış İncitmez, Sevki İşbilen, Ferhat Ünlü, Enver Günsel, Osman Aysu, İsmail Ünver, Aytekin Gezici, İsmail Gülensoy ve Çağan Dikenelli’den söz ederken eserlerini eleştirir. (Türkeş:2006,18)


IV.

Klasik Polisiye Özellikleri;

       Çeşitli edebiyat araştırmacıları ve yazarlar polisiye romanın özelliklerini belirleme gereği duymuşlardır. H. Gezer, araştırmacı ve yazarların farklı farklı koydukları polisiye roman özelliklerini harmanlayıp temel özellikleri sıralamıştır. ( Gezer:2006,23)

1.   Polisiye romanda, gerçek dünya anlatılmalı, olaylar gerçeğe uygun olmalıdır. Hayaletli, öte dünyayla, ruhlarla bağlantılı yaratıkların bulunduğu fantastik unsurlardan uzak durulmalıdır.
2.  Cinayeti aydınlatmaya çalışan bir dedektif veya polis (polis müfettişi, başkomiser vb.) bulunmalıdır. Dedektifin yanında bir de yardımcı bulunabilir.
3.  İşlenen cinayetlerin ve katillerin sayısı birden fazla olabilir. Bu cinayetler seri cinayet olabilir. Suçlu mutlaka ortaya çıkarılmalıdır. Herkes suçlu olabilir, dedektif bile. Robert Knox ise “ On emri”nde dedektiflerin suça teşebbüs edemeyeceklerini belirtir.
4. Polisiye roman, figürler, çevre ve atmosfer bakımından gerçekçi olmalıdır. Polisiye roman, gerçek bir dünyada yasayan insanları aldatmamalıdır.
5. Cinayetin çözümüne okuyucu da katılmalı, bu yüzden toplanan deliller okuyucudan gizlenmemelidir. Okuyucuya dürüst davranılmalı, okuyucu hayal kırıklığına uğratılmamalıdır. Çözüm açıklanabilir olmalıdır.
6.  Polisiye romanın kurgusu okuyucunun cinayeti dedektiften önce çözmesini engelleyecek biçimde tasarlanmalıdır. Sadece çok zeki okuyucular çözebilmelidir. Kurgu gerektiğinde olayları kolayca açıklanabilecek kadar da basit olmalıdır.
7.  Cinayetin işleniş tarzı ve ortaya çıkarılışı mantığa uygun olmalıdır. Akla uygun olmayan yöntemlerden kaçınılmalıdır.
8.    Polisiye romanda, yer yer aşk, sosyal olaylar, tarihi mekânlar, doğal güzellikler üzerinde de durulabilir, tasvirler yapılabilir.
Ancak bu unsurlar, asla polisiye unsurların, “Katil kim?” sorusunun çözümünü bulma çabasının önüne geçmemelidir.


Postmodern Polisiye roman;

       1980 sonrası polisiye edebiyatın yeniliklerinden biri de klasik polisiyenin dışında kalan türden polisiye eserlerin verilmesidir. 1960’lı yıllardan itibaren Batı’daki düşünce ve sanat dünyasını etkisi altına alan postmodernizm akımı popüler kültür ürünlerine de yansımıştır. Edebiyatın bir oyun olarak görülmesi ve yazarın da bu oyuna dâhil olması sonucu, roman sanatı, dünyayı anlatmak kaygısından uzaklaşmış, yazarlar ve “tüketiciler” için eğlence aracına dönüşmüştür.

          Polisiye edebiyat da bu anlayıştan etkilenmiş, kimi yazarlar polisiye romanları geleneksel biçimden farklı ele almışlardır. Türk edebiyatında da Batı’daki bu anlayışın etkileri hissedilmiştir. Polisiye edebiyat ürünleri suç-dedektif-çözüm formülüne bağlı kalmakla birlikte yeni unsurları devreye sokmuştur. Bu durumun bir sonucu olarak postmodern edebiyat anlayışının hâkim olduğu eserler kaleme alınmıştır.

      Postmodern polisiye olarak adlandırılabilecek olan yeni polisiye türünün yakın dönem edebiyatımızdaki önemli temsilcilerinden biri Pınar Kür’dür. Pınar Kür, Bir Cinayet Romanı ve Cinayet Fakültesi adlı eserlerinde üst-kurmaca yöntemini kullanarak polisiye edebiyatı postmodern yöntemlerle yeniden ele almıştır. Klasik polisiye özelliklerine karşı çıkan Ahmet Ümit’in de birçok eserini postmodern polisiye olarak ele almamız mümkündür.

V.

Ahmet Ümit’in roman anlayışına bakış;

      Polisiye romanı, “hoşça vakit geçirirken bilgilendiren, eleştiren, ama hepsinden (öte) zekamızı alttan alta sınava çekerek düşünmeyi özendiren bir edebiyat türü” olarak tanımlayan Ahmet Ümit, polisiye romanın başlangıcını Edgar Allan Poe’dan çok öncelere götürür. Polisiye roman suçun anlatısı olduğunu ve suçun da insanoğlunun varoluş biçimi olduğunu ifade ederek cinayeti anlatan ilk metinleri günümüzden binlerce yıl öncesine Hitit saray cinayetlerinin sonuçlarını konu alan Telipinu Fermanı ya da Sofhokles’in Kral Oidipus’una dayandırır. En ilginç hikayenin de Eski Ahit’te yer alan Kâbil ile Hâbil’in hikâyesi olduğunu söyler.( Bayraktar:1998,3)

       Suç ile edebiyat, özellikle de roman, arasında bir benzerlik bulan Ümit, birbirinden farklı görünen bu iki olguyu birleştiren düzlemin adının belirsizlik olduğunu, suçun da romanın da belirsizliğin üzerinde yükseldiğini ifade eder. Suçun her ne kadar yasalarca ayrıntılarına varıncaya dek tanımlanmış olsa da zamanla değişime uğrayacağını, önceden suç olan bir şeyin zamanla suç olmaktan çıkacağını bunun da belirsizliğe neden olduğunu, romandaki belirsizliğin ise zaten doğal bir durum olduğunu, çünkü romanın baslı basına bir imge olduğunu belirtir. Bu imgeyi ise açıklamanın ve tanımlamanın imkânsız olduğunu, her okurun o imgeyi kendi düşünce, duygu, estetik algısıyla değerlendireceğini, hatta aynı okurun aynı romanı farklı zaman dilimlerinde okuduğunda bile farklı düşünsel, duygusal, estetik değerlendirmelere yöneleceğini belirtir. Bu nedenle iyi romanların bir kalıba dökülemeyeceğini ve belli ölçütlerin sınırları içine hapsedilemeyeceğini savunurken suçun belirsizliği ile romanın belirsizliği arasındaki yakın ilintiyi söyle açıklar:

      “ Nasıl ki roman birbirine geçmiş metaforlar, benzetmeler, alegorilerden oluşmuş ve her okuyanın kendince farklı estetik duygulanımlar yaşayabileceği büyük bir imgeyse, suçun nedenleri, sonuçları da en az roman kadar tartışmaya açıktır. Tıpkı roman gibi suç da insanlarda hayranlık, şaşkınlık korku hatta rahatlama uyandırabilecek niteliklere sahiptir tıpkı roman gibi suç da insanları derin düşünsel aktiviteye itecek kadar güçlü bir olgudur. Suç da tıpkı roman gibi gerçekleştiği çağın özelliklerini dolaylı olarak içinde taşımaktadır.”

      Ümit, suç unsurunun sık sık roman tarafından malzeme olarak kullanıldığını, hatta bugüne kadar pek çok romanın ana konusunu suçun oluşturduğunu, bunun bir rastlantı olmadığını belirtir. Romanın iç yolculuğunu, “insan benliğinde yapılan bir kazı” olarak tanımlayan Ümit, bu kazıda suçtan yola çıkmanın en doğru yöntemlerden biri olduğunu söylerken Sophokles'in Oedipus'unda, Shakespeare'in Hamlet'inde, Macbeth'inde, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sında, Karamazov Kardeşler'inde yapıtlarının eksenine  suçu almalarının bir rastlantı olmadığını, kuşkusuz bu yazarların suç izleğinin kendilerine sunduğu geniş olanakları fark ettiklerini ifade eder. Bu yazarların amacının suçtan, cinayetten yola çıkarak, bütün karmaşası içinde insanı, katilin içindeki masumu, iyinin içindeki şeytanı yani bir bütün olarak insanı açıklamaya çalışmak olduğunu belirtir.

       “Suç, tıpkı insan DNA'sı gibi birçok bilgiyi içinde barındırmaktadır. İşlenen bir suçu inceleyerek çağı, toplumu ve insanı anlatabilirsiniz. Anlatının derinlik kazanması ise başka bilgilerin yanı sıra sağlam bir felsefe bilgisini de gerekli kılmaktadır. Bu bilgi eksik olduğunda yapıtta sorunlar çıkması adeta kaçınılmaz hale gelir”

       Felsefenin yanı sıra psikolojinin de polisiye roman için çok önemli olduğunu belirten Ümit, suçu anlatan bir yazarın suç karsısında insanın psikolojisini de anlatmak zorunda olduğunu, dolayısıyla bir polisiye romanın katil, kurban ve dedektif üçlüsünün psikolojisini verebildiği sürece iyi olabileceğini, bu psikolojiyi anlatmadan iyi bir polisiye roman yazılamayacağını ifade eder.

      Ahmet Ümit, ayrıca edebiyatın yaşamı bir bütün olarak ele aldığını, ıssız bir ada da tek başına kalmış bir karakteri anlatırken bile   onu yasadığı çağdan, yaşamış olduğu toplumdan, çevresinden ayrı ele almayacağını, dolayısıyla roman ve hikâyelerdeki suç ve kötülüğün bir anlamda bize yasamı yeniden sunduğunu, bu yüzden yazarın suçu anlatırken felsefeden psikolojiye, kriminalistik bilimine, sosyolojiden tarihe kadar bütün bilimsel disiplinleri kullanmak zorunda kaldığını, daha da önemlisi edebiyatın temel malzemesi olan dili kullanarak yepyeni bir dünya yarattığını belirtir. Bu yazınsal dünyanın çoğu zaman gerçek yaşamla boy ölçüşecek kadar sahici bir biçimde yaratıldığını ve bu yazınsal dünyanın Tanrı’sının, yaratıcısının ise yazarın kendisinden başkası olmayacağını söyler.

      “Yazar suça Tanrı gibi bakmalıdır” diyen Ümit, iyi yazarların kendi ruhlarındaki karanlığa gözlerini kırpmadan bakabilenler, içlerindeki kötülükle yüzleşebilenler, akıllarının kuytusunda gizlenen katili anlatmaktan çekinmeyenler olduğunu, çünkü onların tıpkı Eski Ahit'in yazarı (Tanrı) gibi, karakterlerini kendi suretlerinden yarattıklarını ve bu karakterlerin dudaklarına kendi nefeslerini üflediklerini belirtir.


        Bu yazarların cinayet metinlerini kaleme alırken hem katil, hem kurban olduğunu, öldürme anı ve ölme anını hissetmeden iyi cinayet metni yazılamayacağı gibi, bu, insan yazgısını değiştirebilecek güçteki eylemin katilin/kurbanın üzerindeki etkisini anlamanın da olanaksız olduğunu ifade eder.

      Polisiye romanın, insanı anlatmada yazara büyük olanaklar verdiğini, bu yüzden polisiye roman yazdığını belirten A. Ümit, amacının insanı anlatmak olduğunu açıklar. Kendisini polisiyeye yönlendirenin de hayatın ta kendisi olduğunu, politik olayların çok yoğun yaşandığı, politik hayatın adeta bir iç savaşa dönüştüğü bir dönemde yasadığı için bu gerilimli hayatın da doğal olarak romanlarına yansıdığını böylece polisiye roman yazmaya başladığını anlatır.

      Ahmet Ümit, yeni bir roman yazmaya başladığında romanının başkalarınınkiyle veya daha önce yazdığı kendi romanlarıyla benzerlik göstermesinden endişe duyduğunu belirtir ve sanatta tekrarı “tam anlamıyla lanetli bir erken doğum, yapıtın yazgısını basından ölümle sınırlamak” olarak değerlendirir. Sanatta en değerli ölçüt olarak da “yeni olanı tasarlamak, farklı olana ulaşmak, biricik olanı yapabilmek” olduğunu ifade eder. Bu yüzden yazar her yeni romana başlamadan önce, daha önceki çalışmalarını gözden geçirdiğini, yapıtını keşfedilmemiş olanın üzerinde yükseltmeye biçimlendirmeye, sonuçlandırmaya çalıştığını söyler.

     “Ben hammaddeyi alırım, tıpkı kömürü alıp elmas yapanlar gibi isler ve bir romana dönüştürürüm” diyen A. Ümit, romanlarını yazarken bir film karesi, bir romandaki bir etki, bir üçüncü sayfa haberi, arkadaşlarının anlattığı bir olay, bir yerde duyduğu yaşanmışlık… gibi gerçek olaylardan etkilendiğini, yani var olan bir şeyin hayal gücünü uyandırdığını, bunları olduğu gibi değil de yeniden kurgulayıp bir edebî metne dönüştürdüğünü açıklar. Hayatı görsel olarak algıladığı için de romanlarını görerek yazdığını, bilgisayar ekranının adeta bir televizyona dönüştüğünü ifade eder.

       Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı kitabındaki polisiye hikâyelerin kendisi için bir tür atölye görevi gördüğünü, ustalık yarattığını ve yazarlığını geliştirdiğini belirtirken bu hikâyedeki olayları üçüncü sayfa haberlerinden yararlanarak yazdığını açıklar

      Romanlarını genellikle güncel olaylardan etkilenerek yazdığını belirten Ümit, konu olarak da bireysel suçlardan ziyade organize suçları tercih eder. Bunun sebebini ise “ülkemizde işlenen bireysel suçların polisiye romana malzeme olacak türden olmadığını, işlenen cinayetlerin planlı bir şekilde değil de bir anlık öfkeyle, cinnet anında işlenmiş cinayetler olduğunu yada namus gibi nedenlerden dolayı herkesin önünde ibret olsun diye işlenen cinayetlerden oluştuğunu” ifade ederken“ Türkiye’de polisin çözemeyeceği cinayetin olmadığını” ve bu cinayetlerin polisiye romana konu olamayacağını belirtir. Oysa ülkemizde sıkça karşılaşıldığını belirttiği derin devlet olgusunu ve bu çerçevede islenen cinayetlerin polisiye romana konu olabilecek nitelikte olduğunu şöyle açıklar:

       “Derin devlet ulus devletlerin gerçek amaçlarını ve görünmeyen yüzlerinin sergilenmesi açısından ilginç bir olgudur. Gerek Türkiye’de, gerekse öteki devletlerde derin devletin uygulamaları, ulus devletlerin anayasalarında yer alan hümanist önermelerin pek çoğunun gerçekte birer aldatmaca olduğunu gösteren, uygarlığımızın ikiyüzlülüğünü tarih sayfalarına kanla yazan birer kanıttan başka bir şey değildir. Derin devletin uygulamaları birer suç olduğu için gizli yerine getirilir. Suç ve gizlilik ise polisiye romanın ana malzemesidir.
İşte bu nedenle de dünyada ve ülkemizde polisiyenin vazgeçilmez konusu olarak yer alır. Ülkemiz için bu konunun daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Bizde suç yapısı hâlâ feodal kültürün etkisi altındadır. Genellikle bireysel suçlar polisiye romanın konusu olabilecek içerikten yoksundur. Ancak devleti, cumhuriyeti, dini korumak adına işlenen, ustaca düzenlenmiş, inceden inceye kurgulanmış, pek çok suç vardır. 16 Mart Katliamı,
Abdi İpekçi cinayeti, 1 Mayıs katliamı, Uğur Mumcu cinayeti ve daha adlarını sayamayacağım kadar çok cinayetin failleri hâlâ bulunamamıştır. Yani derin devlet ve ona karşıymış gibi duran örgütlerin faaliyetleri polisiye roman için essiz bir malzeme olmayı sürdürmektedir. Sorun bu malzemeyi nasıl kullandığımızdır. Bu noktada da polisiye romana bakış açımız kaçınılmaz olarak işin içine girer.”

   Romanlarında hayatı anlattığını söyleyen Ümit, kahramanlarını da hayattan seçer. Romanlarındaki katillerin hiçbiri sapık ya da cani ruhlu değildir. Bunun sebebini söyle açıklar:

       “Benim hayata ve dünyaya bakış açım siyah ve beyazdan oluşmuyor. Hayatın da insanın da karmaşık bir yapıya sahip olduğunu düşünüyorum. Bu karmaşıklığın içinde iyilik olduğu kadar kötülük, yaratıcılık olduğu kadar yıkıcılık, vahşet olduğu kadar masumiyet de bulunur. Dolayısıyla katillerin, cinayetlerin hepsi de kötüdür mantığıyla bakmıyorum. Bu nedenle ne islenen cinayetlerdeki kişiler kötü oluyor, ne de işlenen cinayet tümüyle olumsuzlanıyor. Hatta bazı cinayetlerde “bundan başka çare yoktu” düşüncesi doğabiliyor.”

      “Ben gerçek insanı anlatıyorum. Hepimiz katil olabiliriz. Kafamızdaki gerçeklikle sokaktaki gerçeklik farklıysa travmalar ortaya çıkar. Oysa hayatı güzel yanları kadar çirkin yanlarıyla da bilirsek buna hazırlıklı oluruz.”

       “Polisiye roman benimle başladı” diyen A. Ümit, bunu nedenini klişeleri kırmasına bağlar. “Ben klişelerden uzak bir roman yazıyorum” diyerek yapılmış olanı tekrarlamanın klişeleri yaratacağını, polisiye romanın yıllarca belli klişeler üzerine kurulduğunu, hatta polisiye romanın küçük görüldüğü dönemlerde bazı yazarlarca on kural gibi polisiye romanı sınırlandıran klişelerin ortaya atıldığını, amacının dünyada oluşmuş olan bu klişeleri kırmak olduğunu belirtirken polisiye romanlarının beklenmeyen bir sonla bitmesini de buna baglar.Önemli olanın, Dashiel Hammet, Raymond Chandler, Leo Malet … gibi, klişeleri kullanarak klişe olmayan eserler ortaya çıkarabilmek olduğunu belirtir.(Gezer:2006,120)

       Polisiye romanda klişelere karsı çıkan Ümit, yirmi kural, on emir gibi maddelerin polisiye romanın küçük görüldüğü dönemlerde yazıldığını ifade ederek önemli olanın klişe olmayan eserler ortaya koyabilmek olduğunu belirtirken bu nedenle romanlarını hep beklenmedik bir sonla bitirdiğini ifade eder. S. S. Van Dine’nin “Dedektifin kendisi veya resmi görevlilerden herhangi birisi hikâyenin sonunda suçlu çıkarılmamalıdır” maddesine karşılık Ümit, Sis ve Gece romanında katil ve dedektifi aynı kişi olarak karsımıza çıkararak sanki bu kurallara uymadan da polisiye roman yazılabileceğini kanıtlamak ister.

      Ahmet Ümit’in romanlarında yine klasik dönem polisiyelerinin aksine tek bir cinayet etrafında şekillenen tek zincirli olay örgüsüyle değil, birden fazla cinayet etrafında şekillenen çok zincirli olay örgüsüyle veya iç içe geçmiş vaka halkalarıyla karşılaşırız. Ümit’in Patasana romanı içi içe geçmiş vak’a halkalarından oluşurken, diğer beş romanı çok zincirli olay örgüsü içerisinde kurgulanmıştır. A. Ümit’in romanlarında, işlenmiş bir cinayeti soruşturma aşamasındayken tanıklar ortadan kaldırılmaya çalışılır ve yeni cinayetler hatta yeni katiller ortaya çıkar. Patasana, Kar Kokusu, Kukla, Beyoğlu Rapsodisi, Kavim ve Beyoğlu’nun en güzel abisi romanlarında bu yapı görülür.

       Romanlarında genellikle kahraman bakış açısını kullanan A. Ümit, Kar Kokusu’nda hâkim bakış açısını kullanmış, Patasana’da ise hem kahraman hem de hâkim bakış açısını kullanarak romanını kaleme almıştır. Romanlarında kahraman anlatıcı olarak genellikle dedektifi seçerken bazı romanlarında ise katili anlatıcı olarak seçmiştir. Örneğin, Beyoğlu Rapsodisi’nde olayları suçlu olan Selim’in anlatımıyla öğreniriz. Selim yaşananları hapishaneden anlatmakta, hatta bunları bir kitap haline getireceğini belirtmektedir. Tabiî ki bu durumu romanın sonunda öğreniriz.

       Ümit, romanlarında anlatım tekniği olarak da polisiye romanın vazgeçilmez anlatım tekniği olan geriye dönüş tekniğinin yanı sıra anlatma-gösterme tekniği, tasvir tekniği, özetleme tekniği, mektup tekniği, diyalog tekniği, iç diyalog tekniği ve iç monolog tekniğini, üst kurmacayı kullanır. Yazar, romanlarında özellikle insan psikolojini vermek istediği için iç diyalog ve iç monolog tekniğine başvurur ve hem katilin, hem de dedektifin psikolojisini bize sunar.

       Polisiye romanın, sokağın dilini edebiyata taşıdığını ifade eden A. Ümit, kahramanlarını yaslarına, cinsiyetlerine, eğitim ve kültür seviyelerine, mesleklerine göre konuşturmaya özen gösterir. Sokağın dili olarak da argo ifadelere sık sık yer verir. Özellikle sorgulama sırasında, diyalog tekniğiyle birleştirerek uyguladığı ve art arda sıraladığı kısa ve yalın cümleleriyle de gerilimi romanın sonuna kadar ayakta tutmayı başarır. Bu yöntemi romanlarının tamamında uygular.

        Bir İstanbul hayranı olduğunu belirten A. Ümit romanlarında da mekân olarak İstanbul’u ve İstanbul’un çeşitli semtlerini seçer. Ancak Patasana’da Antep’i, Kar Kokusu’nda da Moskova’yı mekân olarak seçmiştir. Bazı romanlarına bir mekân tasviriyle başlayan Ümit, ara bölümlerde de sık sık mekân tasvirleri yapar. Bu tasvirler cinayet hadisesiyle ilgili olabileceği gibi, bazen de sadece mekânın tarihi, kültürel ve doğal güzelliklerini okura aktarmak amaçlanır. Ancak bu tasvirler romanı polisiye yapısından uzaklaştıracak, olumsuz yönde etkileyecek ölçüde değildir. Özellikle, Beyoğlu Rapsodisi’nde İstanbul’un hem doğal hem de tarihi dokusuna geniş yer verilmiş, uzun tasvirler yapılmıştır, İstanbul Hatırası’nda ise genel bir İstanbul tasviri vardır. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nde ise ayrıntılı şekilde Beyoğlu’nu yine görürüz.

       A. Ümit’in romanlarında zaman ögesi de önemli bir unsurdur. Çünkü genellikle cinayetlerin sırrı geçmişe veya belli bir zaman dilimine dayanmaktadır. Katil, Beyoğlu Rapsodisi’nde olduğu gibi, ya geçmişte işlenmiş cinayetleri örtbas etmek için yeni cinayetler islemekte, ya da Kavim romanındaki gibi geçmişte öldürülen anne ve babasının intikamını almak için öldürmektedir. Yine Ümit’in romanlarında, Kukla romanında olduğu gibi, bir örgütün elemanlarının geçmişte isledikleri suçları örtbas etmek, tanık bırakmamak veya kazanılanları örgüt arkadaşlarıyla paylaşmamak için birbirlerini öldürmesi söz konusu olabilir. Patasana romanında ise planlanması yıllarca sürmüş cinayetler, belli bir zamana, bir basın toplantısına yetiştirilmek için, kısa bir sürede, beş gün içinde işlenir. Yine Kar Kokusu romanında da zaman ögesi önemlidir, Kerem geçmişte yasadıklarının etkisiyle cinayet işler, Mehmet’i öldürür. Ancak son romanı Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nde ise olay gelecek zaman diliminde başlar bu da diğer romanlarından farklılık gösterir ayrıca roman dört gün gibi kısa bir süre zarfında geçer. Sultan’ı Öldürmek ve Bab-ı Esrar romanlarında ise Patasana gibi geçmiş ile gelecek arasında mekik dokumuştur.

        Ahmet Ümit’in romanlarını, gerçek hayatı anlatması, sokağın dilini kullanması ve bir cinayet soruşturmasına engel olmak için delillerin yok edilmeye ve tanıkların ortadan kaldırılmaya çalışılması gibi özelliklerinden dolayı kara roman tarzında, zincirleme olaylar ve beklenmedik bir sonla bitmesi, gerilimin, şüphenin, heyecanın, korkunun, çok yüksek olması ve karmaşık bir kişinin psikolojik bir çözümlemesini ya da davranışsal bir incelemesini sunması gibi özelliklerinden dolayı da thriller (heyecan-korku) ve suspence (şüphe-gerilim) roman tarzında yazılmış eserler olarak   değerlendirebiliriz. (Gezer:2006,130)

     Ümit, Türkiye gündemini izleyerek, “Toplumcu gerçekçilik” anlayışına göre kaleme aldığı romanlarını, polisiye tür olarak, kara roman, thriller ve suspence roman türlerinde kurgular. Polisiye romanı üslûbuna uygun olduğu için tercih ettiğini belirten Ümit’in amacı topluma ışık tutmak, “edebiyatın estetik haz verme, eğlendirme, hoşça vakit geçirme, meraklandırma, arındırma vb. işlevlerini bozmadan edebiyatın ahlâki yönünü belirleyen etmenlerden olan yanlış görülene, sahtekârlığa, şarlatanlığa karsı kalemiyle mücadele etmektir.”

     Polisiye romanın, insanı anlatmada yazara büyük olanaklar verdiğini, bu nedenle polisiye roman yazdığını belirten A. Ümit, amacının insanı anlatmak olduğunu açıklar ve romanlarında kahramanların psikolojilerini de vermeye özen gösterir. Ümit, özellikle kahraman anlatıcı konumundaki karakterin psikolojisini, olaylar karsısındaki tutumunu ayrıntılı olarak anlatır. Bu kahraman anlatıcı bazen dedektif, bazen de katil olabilir. Özellikle sorgulama sırasında hem katilin, hem de dedektifin psikolojisi yansıtılır.

       Ümit, çok zincirli, karmaşık bir olay örgüsü içerisinde, ayrıntılara önem vererek kaleme aldığı polisiye romanlarını, farklı nedenlerle işlenmiş bir veya birden fazla cinayet ve bu cinayetleri isleyen katiller etrafında kurgular. Ümit romanlarında suçlu yahut zanlının psikolojisini ve karakteristik özelliklerini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyarken dedektifin psikolojisine de yer verir. Romanlarının büyük bir bölümünü çok zincirli olay örgüsü içerisinde kurgulayan, bazı romanlarında da iç içe geçmiş vak’a halkalarını kullanan Ümit, olay örgüsü içerisindeki etnik yapının kurgulanışına da önem verir.

      Suçun tespitini genellikle romanların basında sunan Ümit, suçlunun yakalanması esrarın çözülmesi için de bir kahramana dedektif görevini yükler. Soruşturmayı yürüten bu dedektif, sorgulama yaparak ve araştırarak deliller toplar ve romanın sonunda topladığı delilleri birleştirerek çözüme ulaşır. Bu çözüm buluş yoluyla olabileceği gibi bazen de bir tesadüf veya itiraf sonucu gerçekleşir. Ümit’in romanlarında genellikle beklenmedik kahramanlar suçlu olarak karşımıza çıkar.

      Sonuç olarak Ahmet Ümit, güncel olaylardan esinlenerek, Türkiye’nin yaşadığı sosyal ve siyasî süreç üzerine kurguladığı romanlarında, polisiye roman kurgusunu başarıyla uygulamış, gerilim yüklü, karmaşık ve sürükleyici romanlarıyla başarıyı yakalamış, popülaritesi de her geçen gün oldukça artan bir yazarımızdır.


VI.

KAYNAKÇA;

Tezler;

BALCI, Ayşe Altıntaş. “Türklerin Sherlock Holmes’ü Amanvermez Avni “(Yüksek Lisans Tezi). Bilkent Üniversitesi. Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü.Ankara.2005.

BAYRAKTAR, Esin. “1884-1918 Yılları Arasında Türk Edebiyatında Polisiye
Roman “(Yüksek Lisans Tezi). Gazi Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ankara. 1998.

GEZER, Habibe. “ Türk Edebiyatında Polisiye roman ve Ahmet Ümit’in Polisiye Roman Kurguları” (Yüksek Lisans Tezi). S. Demirel Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Isparta.2006.

UĞUR, VELİ.”1980 Sonrası Türk Edebiyatında Popüler Roman”.(Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü. İstanbul.2009

Kitaplar;

KAKINÇ, T. Dursun, 100 Filmde Başlangıcından Günümüze Gerilim/Polisiye
Filmleri, Bilgi Yayınevi, İstanbul.1995.

MORAN, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim Yayınları, İstanbul
2001.

ÜMİT, Ahmet, “Sis ve Gece”. Doğan Kitap, 13. Baskı, İstanbul 2005.
————, “Kar Kokusu”, Doğan Kitap, 9. Baskı, İstanbul 2005.
————, “Patasana”. Doğan Kitap, 16. Baskı, İstanbul 2005.
————, “Kukla”, Doğan Kitap, 12. Baskı, İstanbul 2005.
————, “Beyoğlu Rapsodisi”, Doğan Kitap, 15. Baskı, İstanbul 2005.
————, “Kavim”, Doğan Kitap, 1. Baskı, İstanbul 2006.
————, “İstanbul Hatırası” Everest yay. 1. Baskı, İstanbul.2010
————, “Sultanı Öldürmek” ” Everest yay. 1. Baskı, İstanbul.2012
————, “Bab-ı Esrar” ” Everest yay. 1. Baskı, İstanbul.2008
————, “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” ” Everest yay. 1. Baskı, İstanbul.2013

ÜYEPAZARCI, Erol, “Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes (Türkiye’de yayınlanmış çeviri ve telif polisiye romanlar üzerine bir inceleme 1881- 1928),” Göçebe Yayınları, İstanbul 1997.

Makaleler;

ATILGAN, Şebnem, “Başrolde Bir Genç Kız Var”, Radikal Kitap, nr. 277, Temmuz
2006, s. 8

ŞİMSEK, Tacettin, “Romandaki Hafiye ya da Polisiye Roman”, Hece, Türk Romanı
Özel Sayısı, nr. 65/66/67, Mayıs/Haziran/Temmuz 2002, s. 510-514.

TÜRKEŞ, A. Ömer, “Sherlock Holmes’un Rakibi Avni”, Radikal Kitap, nr. 255, Şubat 2006,
s.12-13

TÜRKEŞ, A. Ömer, “Aman vermez Yine iş Basında ”, Radikal Kitap, nr. 255, Mayıs 2006, s. 4.
TÜRKEŞ, A. Ömer, “İyi Başladı”, Radikal Kitap, nr. 257, Şubat 2006, s. 18.

TÜRKEŞ, A. Ömer “Yabancı Polisiyeler”, Radikal Kitap, nr. 259, Mart 2006, s. 6.

ÜMİT, Ahmet , “Kızıl Nehirler Nereye Dökülür”, Radikal Kitap, 11 Mayıs 2001, s.7.
————, “Gizemleri Aydınlatan Suç”, (Röportaj: Sayım Çınar), Radikal Kitap, 20
Eylül 2002, s. 7.
————, “İyi Roman Her Şeydir”, (Röportaj: Deniz Durukan), Cumhuriyet Kitap,
nr. 663, Ekim 2002, s. 12.
————, “Devrimci Polisiye”, Radikal Kitap, 22 Kasım 2002, s. 6.
————, “Ask Köpekleşmektir Abiler”, Radikal Kitap, 29 Nisan 2005, s.36.
————, “Yazar Suça Tanrı Gibi Bakmalıdır”, (Röportaj: Derviş Şentekin), Radikal
Kitap, nr. 261, Mart 2006, s. 25.
————, “Ceza Eğitmez, Evcilleştirir”, Radikal Kitap, nr. 264, Nisan 2006, s. 26.
————, “Tanrı Yazar mı, Yazar Tanrı mı?”, Radikal Kitap, nr. 267, Nisan 2006, s.
22.

Kemal Hatemcan KUM - Hacettepe Üniversitesi
2013

6 Mart 2014 Perşembe

Ahmet Ümit -" Beyoğlu'nun En Güzel Abisi" üzerine bir tahlil

“ Aşk, yaşamı; cinayet, ölümü sıradanlıktan kurtarır.”
Roman bu cümleyle başlıyor. Bir yılbaşı gecesi Engin Akça adındaki bir ölünün bulunması ile başlıyor her şey. İlk bölümde biz maktulün ölüme gidişini adım adım izleriz. Yazar burada hâkim bakış açısıyla bize Engin Akça’nın son anlarını gösterir.
Engin Akça’nın ölüsü Tarlabaşılılar Kulübü’nün kapısında bulunmuştur. Bu durumdan şüphelenen Başkomser Nevzat, kulübün sahibi Barbut İhsan’ı sorgular. Barbut İhsan, daha önceden Engin ve onun patronu Kara Nizam’la tartışmıştır, tüm şüpheleri üstüne çeker. Barbut İhsan, kendisinin suçsuz olduğunu Engin’i Nizam’ın adamlarının öldürmüş olabileceğini, kendine suç atmak içinde bunu kendi kulübünün önünde gerçekleştirdiğini dile getirir.
Barbut İhsan’la Kara Nizam arasındaki tartışmanın asıl nedeniyse Çilem adındaki kadındır. Çilem önceleri Barbut İhsan’ın yanında ve onun sevgilisiyken İhsan’ın hapse girmesi sonucunda Kara Nizam’la birlikte olmaya başlar ve onla evlenir. Kara Nizam’la Çilem’i tanıştırdığı için Barbut İhsan, Engin’i de sevmemektedir. Ancak bir ara Engin ile Çilem’inde ilişkisi olduğu söylenir. Hem Barbut İhsan hem de Kara Nizam birbirini suçlamaktadır.
Başkomser Nevzat ve yardımcısı Ali olayı çözmek üzere maktulün evine giderler. Evde birinin olduğu anlarlar, çatışma çıkar. Komiser Ali, daha sonra isminin Titiz Tarık olduğu öğrenilecek olan kiralık katili öldürür.
Barbut İhsan’ın mekânına Molotof kokteyli atılmasıyla birlikte olaya Ferhat Çerağ kültür merkezinin sahibi Nazlı’da olaya dâhil olur.
Zanlı listesi sürekli artarken, cinayetten sonra başkomser Nevzat’ın çorbacı da gördüğü eskiden de tanığı Saltanat Süleyman’ın tesadüfen sokakta yaptığı bir kavgaya denk gelir. Bıçak atışından dolayı da onu da listeye eklerler. Bu arada maktul Engin Akça’nın Kara Nizam’la birlikte Tarlabaşı’ndaki kentsel dönüşümden rant sağlama amacında oldukları ortaya çıkar. İşin içine maktulün daha önce yurtdışında iş yaptığı uyuşturucu baronları tarafında da öldürülmüş olma ihtimali gelir.
Titiz Tarık bağlantısından Jale hanıma ulaşılır. Engin Akça’nın evinde bulunan fotoğraftaki iki kadından biridir. Maktulle ilişkisi olduğu ortaya çıkar. Ayrıca otel kayıtları bulunur. Engin Akça, Barbut İhsan ve Jale hanım birlikte görüntülenmiştir. Katil olarak ihtimal Barbut İhsan’da ağırlık kazanır.
Bu sıralarda resimdeki diğer kadın bulunur. Pavyonda çalışan Azize’dir. Başkomser Nevzat ve Ali bu bara giderek Azize’yi ararlar. Pavyonda Sadri yardımcı olur, Azize’yi bulup getireceğini söyler. Bir gün sonra Azize ve Sadri merkeze gelir ve yardımcı olurlar.
İhtimaller Barbut İhsan’ın üstündeyken, Tarlabaşı’nda bir olay olur. Bu sefer göstericiler Kara Nizam’ın binasında eylem yapmak istemişlerdir. Ancak Kara Nizam’ın yeğenlerinden biri göstericilerden birini öldürmüştür.
 Bunun üstüne Başkomser Nevzat, Engin Akça ile Kara Nizam’ın arasında rant yüzünden bir anlaşmazlık çıkarsa Nizam’ın da öldürmüş olabileceğini düşünür.
            Barbut İhsan, Nevzat’ı arar ve Çilem’in kendisi ile konuşmak istediğini, bir şeyler bildiğini söyler. Bu buluşmadan Nizam’ın haberi olur. Janti Cemal, Nevzat’ı arayarak olay çıkacağını Tarlabaşı’na gelmesi gerektiğini söyler. Nevzat geldiğinde olaylar çıkmak üzeredir. Barbut İhsan ve Kara Nizam’ın adamları çatışmaya hazırdır. Nevzat, olayları durduramaz yaralanır. Kara Nizam, Barbut İhsan ve bazı adamları ölür. Cinayeti ikisinin de işlemediği ortaya çıkar.
Engin, kalbinden bıçaklanarak öldürülmüştür, ancak suç aletini bulamazlar. Dosya neredeyse kapatılacakken bir rastlantı sonucu Bulgar göçmeni olan Sadri’nin Bulgaristan’da sirkte bıçak atma şovu yaptığını öğrenirler ve katil ortaya çıkar: Sadri. Sadri; Engin’i, Azize’yi üzdüğü ve ona zarar vereceğini düşündüğü için öldürmüştür.
İstanbul, Tarlabaşı’nda geçen roman daha çok Türk filmlerinden tanıdığımız kabadayıların, ağır ağabeylerin, racon kesen bıçkın delikanlıların, pavyona düşmüş fakir kızların, kumarbazların, orta sınıf mafya babalarının, evsizlerin, tiner çeken sokak çocuklarının etrafında geçiyor. Sadece burada yaşayanları anlatmakla yetinmiyor Ahmet Ümit, semtin geçmişinden bahsederken binaların şimdiki durumlarının kötülüğünden de epeyce dem vuruyor.
Ülkemizde son yıllarda yaşanan olayları da katmış Ahmet Ümit romanına. Kentsel Dönüşüm projesi adı altında yapılan yıkımlardan, Tarlabaşı mevkindeki yıkılan tarihi binalardan, bu binaları önceden alarak rant elde etmeye çalışanlardan. Her şeye rağmen buna karşı çıkanlardan. Tarlabaşı’nın önceki halinden buralara nasıl geldiğine, şehrin içinde nasıl bir getto olduğundan bahsediyor.
Kitapta baskın olarak gördüğümüz bir diğer konu Gezi Direnişi’dir. Gezi Parkı’nda yaşananlardan, gezi parkına katılan direnişçilerden, polislerden ve onların yaptıklarından da bahsediyor.
Sadece günümüzden değil geçmişten de alıntılar yapmış yazar romanına. 6-7 Eylül olaylarına, olaylar sonrası göç etmek zorunda kalan azınlıkların yaşadıklarına da epeyce yer vermiş.
Romanın konusu her ne kadar, Engin Akça cinayeti ve bunun etrafında gelişen olaylar olarak görülüyor olsa da. Romanın asıl konusu yukarıda belirttiğim sosyal sorunlar ve olaylardır.
49 bölümden oluşan kitapta çoğu bölüm sadece olaylar arasında geçiş yapmak için kullanılmış. Kitapta olayların başladığı bölümler ise şunlardır;
“Katili daha çabuk davranmış anlaşılan.”
Maktul, Engin Akça’nın romana dahil olduğu ve kimliğinin belirlendiği bölüm.

“Oysa bu çocuklar evsizdi, umutsuzdu, geleceksizdi.”
Başkomser Nevzat’ın sokak çocuklarından maktulün olası katilleri olabilecek Barbut İhsan ve Kara Nizam adlarını öğrenmesi.
“Bazı gerçeklerin kimseye yararı yoktur.”
Kitabın adı olan Nevzat’ın lakabının öyküsünü öğrendiğimiz bölüm.
“Lütfen, sadece romanlarındaki cinayetlerle ilgilenin.”
Ahmet Ümit’in romanda kendini anlattığı bölüm.
“… Garip bir adamdı bu polisiyeci… Bir yakınıymışım gibi hep sevgiyle bakıyordu yüzüme… ailenin en şeker üyesi torunları Rüzgar’dı… beyaz dişlerini gösteren cesur bir gülümsemeyle selamlamıştı beni… “
“Kara Nizam parsel parsel Tarlabaşı’nı satıyor.”
Nevzat’ın Barbut İhsan’la görüşme yaptığı bölüm.
“Azrail’e koz vermek istemiyorsan, sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada.”
Nevzat’ın Kara Nizam’la görüşme yaptığı bölüm.
“O polisse ben de vatandaşım.”
Romanda Gezi Parkı  Olayları’nın geçtiği bölüm.
“Bu memlekette kadınların eti de, canı da sudan ucuzdur.”
Romanın Türkiye’deki kadına bakış açısını ele alan bölüm.
“İnsanlar o kadar korkunç ki senin merakın onların vahşetinin yanında çok masum kalır.”
Nevzat’ın Evgenia’ya neden kendisine Beyoğlu’nun En Güzel Abisi dendiğini anlattığı yer.
“Vicdanını rahatlatmak istiyor olamaz mı?”
Hayata Dönüş, operasyonlarının romanda yer aldığı bölüm.
“Rüzgar söylüyor şimdi, o yerlerde bizim şarkımızı.”
6-7 Eylül olaylarının romanda yer bulması.
Yazarın, romanda birçok kişiyi kullandığını görüyoruz;
Nevzat: Başkomiser
Ali: Komiser
Zeynep: Kriminolog
Şefik: Olay Yeri İnceleme polisi
Engin Akça: Maktül, Alaman Engin
Keto: Sokak çocuğu, asıl adı Kerim Caner
Aysun: Nevzat’ın yıllar önce ölen kızı
Pirana: Sokak çocuğu, asıl adı Ömer Güzelsöz
Barbut İhsan: Tarlabaşılılar Kulübü’nn sahibi, asıl adı İhsan Yıldızeli
Musti: sokak çocuğu
Kara Nizam: Öz Tarlabaşılılar Kulübü’nün sahibi, asıl adı
Çilem: Asıl adı Hacer, Kara Nizam’ın karısı
İnce Ziya: berber
Oğuz: savcı
Zeynel: polis, koca kafalı olan
Mehmet Usta: Lezzet Lokantasının sahibi, Külbastı Mehmet
Saltanat Süleyman: Pezevenk, 4 karısı olmasından bu lakabı almış
Naciye: Saltanat Süleyman’ın kumarda kaybetmediği tek kadını
Namadi: Lezzet Lokantasında çalışan Afrikalı göçmen
Kız Yahya: Genelev sahibi
Kasımpaşalı Nebil:
Habip: Torbacı, uyuşturucu satıcısı
Tarık Seberci: Ali’nin öldürdüğü adam, kiralık katil, Titiz Tarık
Hızır Cevdet: Titiz Tarık tarafından vurulan bar sahibi
Ayten Hanım: Psikolog
Evgenia: Nevzat’ın sevdiği kadın, meyhane sahibi (Tatavla)
Döne Kadın: Nevzat’ın evine temizliğe gelen kadın
Janti Cemal: Eski kabadayı
Madam Anahit: Nevzat’a Beyoğlu’nun En Güzel Abisi lakabını takan kadın
Entel Cavit: Huzur Restaurant’ın sahibi
İsa: Anahit’in bir tanıdığının Ermeni kardeşi, adam öldürmekle suçlanmış
Osman: Barbut İhsan’ın babası, Barbat Osman
Komiser Rauf: Nevzat’ın ilk polislik yıllarındaki komiser
Bahtiyar: Nevzat’ın oturduğu sokaktaki köpek
Mihail Amca: Ev sahibi
Rüzgar: Polisiye yazarının kızı
Recep: Bakkal
Hanifi Usta: Oto tamircisi
Erdinç: Feraye adlı mekanın sahiplerinden biri
Angeliki: Evgenia’nın dayı kızı
Fofo: Evgenia’nın yengesi, Angeliki’nin annesi
Niko: Evgenia’nın dayısı
Remzi Efendi: Evgenia’nın oturduğu binadaki kapıcı
Vasilaki Kiliontis: Tarlabaşılılar Kulübü binasının mimarı
Nazif Efendi: Tarlabaşılılar Kulübü’nün mutfakçısı
Pire Necmi: Tarlabaşılılar Kulübü sahibi Barbut İhsan’ın sağ kolu
Mualla: Barbut İhsan’ın dişi Buldok cinsi köpeği
Pala Ragıp: Çilem’in babası
Medet ve Kudret: Kara Niza’ın yeğenleri
Jale Hanım: Engin’i seven kadın
Deli Nazlı: Ferhat Çerağ Kültür Merkezi’nin kurucusu
Azize: Konsomatris, Engin’in sevgilisi
Kamer Hanım: Kara Nizam’ın ilk karısı
Durdu: Engin’in amcası, uyuşturucu kaçakçısı
Sadri: Bulgar göçmeni klarnetçi, Engin’in katili
Şermin, Nükhet, Gülşen: Neşe pavyonunda çalışan konsomatrisler
Diyojen: Asıl adı Andonis, deli
Kambur Şakir: Kahve ocakçısı
Şahap: Gezi olaylarında gönüllü doktor
Alyanak Remzi: Balık pazarında esnaf
Nihal Abla: Zeynep’in yan komşusu
                  Şinasi Bey: Ali’nin yurdundaki edebiyat öğretmeni
Cengiz: Feraye adlı yerdeki çalışan
Veli: Zeynep’in babası
Saniye: Zeynep’in annesi
Ayhan: Polisiye yazarının arkadaşı
Sami: Polis memuru
Fidan: Öldürülen kız
Bahri: Ferhat Çerağ Kültür Merkezinde çalışan çocuk
Yakup: Fidan’ın babası
Rümeysa: Fidan’ın annesi
Kumru: Fidan’ın kardeşi
Ayşen: Ferhat Çerağ Kültür Merkezinde kalan travesti
Fırat: Nazlı’nın muhasebecisi
Kazım: Eski DİSK yöneticisi
Üşengeç Agah: Uyuşturucu satıcısı
Mizgin: Janti Cemal’in sağ kolu
Kadı Halil: Nargile salonu sahibi, eski ağır abi
Yasin: Kadı Halil’in oğlu
Mihri: Kadı Halil’in sağ kolu
Bıyık Şevki: Eski kabadayı
Çarkçı Abbas: Otopark işletmecisi ağır abi
Sacit Kasımoğlu: Kudret’in avukatı
Güzide: Nevzat’ın ölmüş karısı
Şaşı Vasili: Asmalı Mescit’teki Rum meyhaneci
Lena Teyze: Vasili’nin karısı
Langa Sait: Balık pazarında esnaf
                  Kasım: Langa Sait’in kalfası
Kader: Kasım’ın kızı
Bekir: Kasım’ın kardeşi
Osman: Kader’in sevgilisi
Müslüm: Neşe pavyonun sahibi
Menekşe: Fahişe
Jenya: Türkiye’deki adıyla Pembe, Sadri’nin kardeşi
Ferhat Çerağ: Hayata Dönüş operasyonunda ölen Nazlı’nın sevgilisi
Emlakçı Hakkı: Nazlı’nın babası
Rıfat Bey: Jale’nin kocası
Emel Hanım: Rıfat Bey’in ilk karısı
Civan: Ferhat Çerağ Kültür Merkezinde öğretmen, eski gerilla
Çekirge: Eski tinerci çocuk, Memo
Erol: Beyoğlu emniyetinde komiser
Balon Kamil: Evsiz, tinerci
Kütük Nuri: Evsiz, tinerci
Kemal: Semerkant Kitabevi’nin sahibi
Sıtkı: Çiğ köfte ustası
Hilmi: Nizam’ın adamlarından biri
Lütfü: Engin’ öldürmekle suçlanan adam
Vaçe Bey: Tatavla’nın otoparkçısı
Sezgin Göçerli: Komiser
Neşe ve Ayşe: Sezgin Göçerli’nin kızları
Leonidas: Fofo’nun babası
Katerina: Andonis’in karısı
Nana: Andonis’in kızı
Yadigar Hanım: Fofo’nun komşusu
Behçet: Yadigar’ın oğlu
Süha: Polis
Ceylan: Kadıköy’de öldürülen trans
Nihan: Nevzat’ın teyzesi
Tebernüş: Kuaför
Arslan Yankı: Rikkat Otel çalışanı
Batuhan: Jale’nin avukatı
Özkan: Zeynep’in kardeşi
Serkan: Zeynep’in kardeşi
Şükrü: Kristal pavyonda Müslüm’ün ortağı
Dişlek Sabri: Şükrü’yü öldüren adam
Başkişi aynı zamanda da Beyoğlu’nun en güzel abisi olan Baş komiser Nevzat’tır. Onun dışında karşımıza ana karakter olarak Ali ve Zeynep çıkmaktadır. Yazar, eserde çok fazla kişi kullanmıştır ancak karakter olabilecek kişi sayısı çok sınırlıdır. Kişi betimlemeleri oldukça iyi olan yazar kişi tahlilleri konusunda aynı başarıyı maalesef yakalayamamıştır. Kişilerin çoğu ya fazla idealize edilmekten de ya da başka kaygılardan dolayı başarısız olmuştur.
Romanın başkişisi olan Nevzat’ın hem kendi ekibiyle hem de cinayeti çözmek için konuştuğu kişilerle olan diyaloglarına baktığımız zaman yazarın iyi bir gözlem yapamadığını görmekteyiz. Nevzat bizim karşımıza idealize edilmiş olarak çıkar. Bilgili, görgülü, zeki, her şeyi bilebilen, herkes tarafından sevilen… Biz Nevzat’ı kitabın başından sonuna kadar, sürekli olarak idealize şekilde görürüz. Bu da hem romanın kurgusuna hem gerçekliğine zarar verir. Yazar bunu dengelemek için akıllı, sakin, soğukkanlı, olgun Nevzat’ın karşısına onun tam zıttı delikanlı, sabırsız, tecrübesiz, sinirli Ali’yi getirmiştir romana.
Aynı zamanda romanda Nevzat ile Evgenia’nın, Zeynep ile Ali’nin aşkı havada kalmış bir derinlik yaratmamış romanının akışına da zarar vermiştir. Romanda ikili ilişkiler bakımından sağlam kurulan tek kurgu Saltanat Süleyman ve karısı arasında olandır.
Romanda fazlaca karakter kullanılmış ama bu karakterlerin içini dolduramamıştır. Çoğu kişi bir figür olarak kullanılmıştır. Diğerleri de genel anlamda tip olarak kalmıştır. Bu da romanın edebi olarak değerini etkilemiştir.
Romanda kendisini de kullanan yazar, ana karakterin sevmediği bir tip yaratmak istemiştir. Cinayet soruşturmasının çeşitli yerlerinde Nevzat’ın karşısına çıkar.
Romanın diline baktığımızda, sade, açık ve yalın bir dille yazılmıştır. Yazarın oldukça akıcı bir üslubu vardır. Bu da romanı okurken herhangi bir sıkkınlık hissinin önüne geçmiştir. Ancak yazar bu akıcılığına karşın dil konusunda eserde yanılgılara düşmüştür.
Kişilerin birbirleri ile konuşmaların çoğu gerçeklikten uzaktır. Anlattığı mekânın dilini romana yansıtamamıştır. Bu da diyalogları gerçeklikten uzak hale getirmiştir. Yer yer argo deyim ve tabirler kullansa da genel olarak baktığımızda kullandığı dil bize yapay gelir. Sherlock Holmes’tan esinlenerek yarattığını belirttiği ana karakter baş komiser Nevzat’ı, İstanbul şartlarına uyduramamıştır. Polisiye romanlara baktığımız da bu alandaki gerçeklik hissi bu romanda bizde uyanmamıştır.
            Romandaki anlatıma bakarsak eğer; tasvir, iç çözümleme, geriye dönüş, tahlil ve diğer romanlarından farklı olarak üst kurmacayı kullanmıştır. Bunu da kendisini romana sokarak yapar. Ayrıca romanın sonunda Ahmet Ümit’in, Baş komiser Nevzat’a hediye ettiği kitabın ilk sayfası romanımızın ilk sayfasıdır. Bu da okuyucuya bunun bir roman olduğu gerçeğini hatırlatmaktadır.
            “Bu romanla öteki romanlar arasındaki fark o da Ahmet Ümit. Ahmet Ümit romanda yer alıyor. Burada Başkomiser Nevzat'a iki de bir akıl veriyor. Başkomiser Nevzat, Ahmet Ümit'e fena halde nefret etme noktasına geliyor. Nefret etmiyor ama hoşlanmıyor da. Fakat bu romanın öteki romanlardan farklı olarak sadece sürpriz cinayetin çözümünde değil, aynı zamanda edebi kurgunun çözümünde de bir farklılık var.” ( Adıyaman:2013, röportaj)
Yer yer hâkim bakış açısı kullanılsa da romanda her şeyi Nevzat’ın gözünden görüyoruz. Yazar bütün görüşlerini de genelde Nevzat aracılığıyla dile getiriyor. Yer yer yan karakterler yardımıyla da görüşlerini dile getiren yazar böyle durumlarda da genelde o konuyla ilgili son görüşü Nevzat’ın ağzından yine kendisi veriyor. Ancak yazarın çoğu sosyal sorunu Nevzat’ın ağzından vermesi ve işlemesi çoğu yerde sizi sıkıyor. Yazarın mesaj verme gayesi romanın önüne geçtiği için sizde sürekli ders verir gibi konuşmalarla karşılaşıyorsunuz. Bu da romanda kurgusal olarak keskin hatalardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü sadece mesaj verme kaygısı taşıdığından dolayı okuyucuya gerçekçi gelmiyor.
            Yazar romanın anlatımında mesaj verme gayesini öne çıkartması ve birçok sosyal olayı ve sorunu irdelemeye çalışması hem romanı daha karmaşık hale getiriyor hem de bu olayların polisiye maskesi altında anlatılmasından dolayı bu sorunlar yüzeysel olarak kalıyor. Olayların romana işleyemediğini görüyoruz.
            Romandaki asıl sosyal sorun Tarlabaşı’nda kentsel dönüşüm projesi ve buna bağlı kişilerin elde edeceği rant olsa da yazarında dediği gibi romanın yazılış amacı Gezi Parkı direnişi. Yazar bu konuyu ele almak için romanı gelecekte geçiriyor. 2013 yılının Ekim ayında çıkan roman 31 Aralık 2013 gecesi yaşananları konu ediniyor. Zaman olarak 4 günlük bir periyodda geçen olay yeni yılın ilk günlerinde sona eriyor.
            Romanın Gezi Parkı direnişi üzerine yazılmış olduğu belirtilse de romana baktığımızda bu direniş romanın kurgusunda karşımıza iğreti olarak çıkıyor. Yazar Gezi Parkı direnişi ele almak ve mesaj verme gayretinden dolayı romanın içine işleyemediğini görüyoruz. Romanda bir Gezi Direnişi bir fondan öteye gidememiş. Romanda Gezi Direnişi ile ilgili bir bölümden örnek vermek gerekirse;
“İncecik bedeni tirtir titriyor, faltaşı gibi açılmış gözleri, ağaçların gölgelerini tarıyordu. Bir gasp ya da hırsızlık olmalıydı. Ben de parka çevirdim bakışlarımı. Saldırgan ortaya çıktığında kendimi nasıl koruyacağıma dair hiçbir fikrim olmasa da, yumruklarımı sıkarak, meçhul hırsızın ağaçların arasından üzerimize doğru atılmasını beklemeye başladım. Ama saniyeler geçiyor, kimse çıkmıyordu ortaya. O kadar iri yarı biri değildim ama, belki de beni görünce saldırgan vazgeçmişti. Gövdemi kendisine siper etmiş hala panik içinde titreyen adama döndüm.
“Korktu herhalde,” dedim güven dolu bir sesle.
“Çıkmayacak parktan…”
Garip bir söz söylemişim gibi yadırgayan gözlerle yüzüme baktı.
“Kim korktu?”
“Kim olacak seni kovalan adam. Yoksa adamlar mı? Sahi kimden kaçıyordun sen?”
“Ne adamı ya?” Gözlerindeki dehşet hiç azalmamıştı, bakışlarını parkın karanlığına dikerek mırıldandı. “Adamdan değil, ben ağaçlardan kaçıyorum.”
Şaşkınlıkla mırıldandım.
“Niye kaçıyorsun ağaçlardan?”
Kulağıma doğru eğildi.
“Kesif bir alkol kokusu çarptı burnuma, yırtık pırtık elbiselerini ilk o zaman fark ettim. Karşımda duran adam bir evsizdi ve fena halde sarhoştu. Muhtemelen bu parkta yatıyordu. Bu gece içkiyi de fazla kaçırınca berbat bir kabus görmüştü. Ama o bu düşüncelerimden habersiz sayıklamayı sürdürüyordu:
“Onların ismini fısıldıyorlar, rüzgar ne zaman esse, onların sesiyle doluyor park. Sanki ilahi gibi, dua gibi durmadan onların isimlerini mırıldanıyorlar…”
Zavallı adam keçileri kaçırmış olmalıydı.
“Boş ver,” dedim dostça omzuna dokunarak. “Fısıldasınlar, sana zarar veremezler nasıl olsa.”
Çaresizlik içinde ellerini yana açtı.
“Hayır, tanıyorlar beni. Sadece o kocaman çınar değil, o dev gibi kestane de tanıyor. O incecik gül fidanları bile. Evet, onlar bile, hafif bir esinti çıkmaya görsün, hemen başlıyorlar konuşmaya.”
Saçmaladığını biliyordum ama sormaktan kendimi alamadım.
“Nerden tanıyorlar seni?”
Hiç duraksamadan yanıtladı:
“Geçen yazdan. Haziran ayından.”
Eliyle parkı gösterdi.
“Burada görev yaptım ben.”
Ayyaş filandı ama şahane bir hayal dünyası vardı.
“Bahçıvan mıydın?”
Alıngan bir ifade belirdi yüzünde.
“Ne bahçıvanı be,” diye çıkıştı.
“Emniyete çalışıyordum ben. Polislere yardım ediyordum. Bildiğin devlet görevlisi.”
Gitgide daha eğlenceli bir hal alıyordu hikâye.
“Nasıl bir hizmet veriyordun?”
Küçümseyen gözlerle şöyle bir süzdü beni.
“Abi sen bu dünyada yaşamıyor musun? Daha birkaç ay önce, savaş alanı gibiydi burası. Cehennemden farkı yoktu parkın…”
Sonunda jeton düştü bende. Gezi Direnişi’nden bahsediyordu. Parktaki ağaçları söküp, alışveriş merkezi yapmak isteyen hükümete karşı başlayan ayaklanmadan. Demek ki yazın yaşadığı olaylar aklını karıştırmıştı zavallının. Ama itiraf etmeliyim ki söylediği yalanın bir mantığı da vardı. Hayal dünyasının sınırlarını merak ettiğim için muhabbeti derinleştirmek istedim.
“Peki sen ne görevi yapıyordun?” Sinsice sırıttı, çürük dişleri göründü, kalın dudaklarının arasından.
“Parkta olan biteni anlatıyordum polislere. Burası acayipti o zaman… İnsan doluydu her yer, solcular, sağcılar, dindarlar, hippiler, kadınlar, aklına kim geliyorsa herkes buradaydı. Birkaç sivil polisi fena dövdüler içerde. O yüzden polis girmeye çekiniyordu parka. Beyoğlu Karakolu’ndan Komiser Erol Abi buldu beni. İyi adamdır Erol Abi, arada para verir bize, içeri düşersek arka çıkar. İşte o, İstiklal Caddesi’nde yakaladı beni. ‘Hala parkta mı yatıyorsun Memo?’ diye sordu. Ben de ‘Evet, amirim,’ dedim.
Elime bir yüzlük sıkıştırdı. ‘İyi o zaman her sabah, her öğlen ve her akşam bana gelip anlatacaksın… Parkta ne oluyor, ne bitiyor, kalabalık mı, sakin mi, elebaşı kim, rapor edeceksin.’ dedi. Böylece başladım göreve.”
“Yani ihbar ettin direnişçileri…” Sırıtması yüzünde dondu.
“N’apabilirdim ki, devletimiz benden bir hizmet istemiş…” Duraksadı. “Hem Sülük Sami’yle, Balon Kamil de yaptı. Hatta o lavuklar, Komiser Erol’un verdiği cep telefonuyla fotoğraflarını bile çektiler direnişçilerin. Ben o kadarını yapmadım hiç değilse. Üstelik parktaki gençler çok yardım etmişti Sülük Sami’ye. Doktora bile götürmüşlerdi şerefsizi. Kan işiyordu pezevenk. Böbreğinde taş mı ne varmış. Yalan yok, direnişçilerin sayesinde iyileşti. Bana da yardım ettiler. Her akşam sıcak yemek çıkıyordu parkta. Kimseden para istemiyorlardı, her şey bedavaydı, ama herkes çalışıyordu, kimse kaytarmıyordu. Cesur çocuklardı aslında. Benim yanımda bir delikanlının gözünü kör etti polis. Gaz tüfeğiyle nişan aldı, çocuğun gözüne. Bile bile ya… Nasıl da yakışıklıydı oğlan. Gitti sol gözü.”
“Sen niye yardım etmedin çocuğa?”
Haksızlığa uğramış gibi yükseltti sesini.
“Ettim, kim diyor etmedim diye. Hastaneye kadar sırtımda taşıdım oğlanı. Hem direnişçilere yardım ettim, hem de polise. Başka çaremiz yoktu ki, direnişçiler bir hafta, bilemedin bir ay orada, sonra polisle biz başbaşa kalacağız. Eğer muhbirlik yapmasıydım, Komiser Erol ağzıma sıçardı benim, bu sokakları dar ederdi bana. Anlıyor musun?”
Söylediklerinin ne kadarı doğru, ne kadarı yanlıştı bilmiyorum. Bir komiser böyle bir adamdan yardım ister miydi, hiç emin değildim ama güzel anlatıyordu doğrusu. Eğer uyduruyorsa, sözleri daha da değerliydi, çünkü müthiş bir kurgu yeteneği var demekti.
“Peki, sonra n’oldu?” diye kurcaladım.
"Söyledikleriniz polisin işine yaradı mı bari?”ahmet ümit
“Yaramaz mı, tabii yaradı. Parkta ne olup bitiyor saati saatine öğreniyorlardı. Yoksa Erol Abi birkaç yüzlük daha toka eder miydi avucumuza.”
Başımla ağaçları gösterdim.
“Ama park yerinde duruyor, direnişçiler kazanmış, ağaçları sökememiş hükümet.”
Gizli bir sevinçle ışıdı yüzü.
“Öyle oldu, bana sorarsan iyi de oldu. Alışveriş merkezi yapsalardı, bizi kapısına bile yaklaştırmazlardı o binanın. Elli metreden kışkışlardı bizi özel güvenlikçiler… Ama…” Yine o korku gelip oturmuştu gözlerine.
“Ama şimdi de ağaçlar rahat vermiyor… Tam kıvrılıyorum o çalıların altına, tam gözlerimi kapayacakken başlıyorlar fısıldamaya. Ama nasıl, gitgide artıyor sesleri… İnsanın ödü bokuna karışıyor, deli olacam valla.”
Alkolün etkisiydi tabii, sanrılar, hayaller…
“Sen de başka bir parka git,” dedim rahatlatmak amacıyla.
“Etrafta başka yer mi yok. Deniz kenarına in mesala…”
Üzüntüyle başını salladı,
“Bu park benim evim Abi. Başka parklarda uyuyamam ki ben. Beş yıldır burada yatıyorum. Şu ilerde bir manolya var, annemin dizi gibidir o ağaç. Mis gibi kokuların altında uyuyurum yıllardır, bir bebek gibi huzur içinde. Evimi bırakıp, nasıl gideyim abi ben.”
İçime dokundu adamın hali ama yapabileceğim bir şey de yoktu. Komiser Erol gibi bir yüzlük de ben sıkıştırdım avucuna.
“Hiç değilse git bir otelde yat bu akşam…”
Parayı aldığına sevinmişti yine de umutsuzca baktı yüzüme.
“Peki yarın ne yapacağım abi?”
Aslında bir pskiyatra gitmesini söylemeliydim ama bir işe yaramayacağını bildiğimden, “Umudunu yitirme,” dedim sadece.
“Belki yarın gece konuşmaz ağaçlar.”
Eline sıkıştırdığım parayı alıp, sallanarak uzaklaştı yanımdan. Ben de yarım kalan yürüyüşümü sürdürdüm ama ne yalan söyleyeyim, aklım adamın söylediklerine takılmıştı. Elbette inanmıyordum ağaçların konuştuğuna. Yine de bakışlarımın birkaç metre ötemdeki parka kaymasına engel olamadım. Sahi en son ne zaman gelmiştim ben buraya? İki ay önce olmalıydı, direniş günlerinden hemen sonra, bir öğle sonu ziyaret etmiştim bu yeşil alanı. Korkunç günlerdi, acımasızca saldırıyordu polis. Her yer biber gazıyla kirletilmişti, her yanda tazyikli su her yanda panzerler. Coplarla, tahta sopalarla öldüresiye vuruyorlardı gencecik kızlara, erkeklere. Ama yılmıyordu direnişçiler, İstanbul insandan bir ırmak olmuş, akıyordu şu küçücük yeşil alana. Her geçen gün artıyordu direnişe katılan insan sayısı. Bin, on bin yüz bin, bir milyon… Kırk küsur gün sürmüştü direniş. Hükümet pes etmişti sonunda, bırakın var olan yeşili ortadan kaldırmayı, yeni ağaçlar dikmişti bu alana. Ama o günden sonra görmemiştim parkı. Acayip bir istek duydum içeri girmek için. Ayaklarım adeta kendiliğinden sürükledi beni ağaçların bulunduğu gölgeliğe.
Parka girince nemli bir serinlik çöktü üzerime, yanık toprak, çürümüş ot kokusu… Dolunayın parlak ışığını geçirmeyen gümrah ağaçların altından yürürken, beton binaların arasındaki bu ağaçlıklı alanı bir tür tapınağa benzettim. Yok ettiğimiz doğanın son kutsal alanı. Bir yerlerde bir kuş öttü, sanırım bir baykuş, belki şehrin son baykuşu… Durup dinledim, bir daha sesi duyulmadı. Rüzgar durmuştu, merdivenlerden inerek, parkın ortasındaki açıklığa ulaştım. Dolunayın altındaki havuzun gümüşten suyuna baktım bir süre. İçim huzurla dolmuştu. Şu banklardan birine otursam, sabaha kadar bu dingin suyu seyretsem yine de sıkılmazdım. O anda fark ettim rüzgarı. Rüzgar bile denemez, bir yel, hafif bir esinti. Esinti usulca gezindi alnımda, saçlarımda. Sanki günün bütün yorgunluğu bir anda uçup gidivermişti zihnimden, bedenimden. Bir an kendimi, gökteki dolunayın, bu gölgeli ağaçların, bu gümüşten havuzun, şu esintinin bir parçası gibi hissettim. İşte o anda duydum sesi. Uğultu gibiydi, evet, ağaçlardan geliyordu. Adamın duyduğu ses bu muydu yoksa? Tüylerim diken diken olmuştu ama kendimi korkutmanın anlamı yoktu. Hemen mantıklı bir açıklama buldum zihnim: Rüzgarın sesi. Elbette rüzgarın sesi. Zaten uğultu gibi, ne söylediği de anlaşılmıyordu. Ama bu büyülü gece, mantıklı açıklamamı çürüttü hemen; uğultu giderek netleşti, bir kız çocuğunun incecik sesine dönüştü. Ardı ardına isimler sıralamaya başladı.
“Ali , Abdullah, Mehmet, Ethem, Mustafa.”
Bir dua, bir ilahi, bir tekerleme gibi.
“Ali, Abdullah, Mehmet, Ethem, Mustafa.”
Dehşet içinde kalmıştım. Neler oluyordu. İlk aklıma gelen, o evsiz adamın haklı olduğuydu, demek hayal görmemişti. Ağaçlar gerçekten de konuşuyordu. Hem de hiç susmadan. Sevgiyle, saygıyla, örselemekten çekinir gibi şefkatle hep aynı beş ismi tekrarlıyorlardı.
“Ali, Abdullah, Mehmet, Ethem, Mustafa.”
İyi de kimdi bu isimleri söylenen insanlar? Etrafa bakınırken gördüm; havuzun karşısındaydılar, beş insan, beşi de gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Evet, karşıdaki anıt mezardan söz ediyorum. Beş fotoğraf çerçevesinden bana bakan beş insandan. Ama sadece fotoğraflar yoktu yeşil çimenlerin üzerinde; beş de mezar taşı vardı. Sembolik olsalar da gerçek mezarlar taşlarından daha etkili görünüyorlardı ay ışığının solgun parlaklığında. Onlara doğru yürüdüm. Taşlarının üzerindeki yazılara baktım. Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Mustafa Sarı yazıyordu. Bu ağaçlar kesilmesin diye yapılan direnişte yaşamını yitiren beş gencecik insanın adları. Ne yapacağımı bilemeden öylece kala kalmıştım olduğum yerde. Ama rüzgarda usulca kıpırdanan ağaçlar, bir dua gibi aynı isimleri tekrarlamayı sürdürüyorlardı kararlılıkla.” ( Ümit:2013,298-304)
Romanda Gezi Parkı yukarıdaki bölümün dışında başka bölümlerde de yer yer geçmekte, gerek Nevzat’ın sokak çocuklarıyla konuşmalarında gerek Kara Nizam’la konuşmasında ya da Nazlı hanımla konuşmasın farklı boyutlarıyla irdelenmektedir.
Diğer bir sosyal sorun olan 6-7 Eylül olaylarını yine Nevzat üzerinden anlatıyor. Sevgilisi Evgenia’nın davetlisi olarak gittiği yerde tanıştığı kişiler sayesinde açılan konu o dönem yaşanan acılardan bahsediliyor. Yazar burada Tarlabaşı’nın günümüzdeki halinin de 6-7 Eylül olayları gibi yaşayan kişileri yerlerinden alıkoymak olduğu mesajını veriyor. Ancak baktığımızda 6-7 olayları romanda Gezi Parkı kadar havada kalmamıştır. Azınlıklar ve hakları, Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikâyeler ile oldukça güzel anlatılmış tam olarak yansıtıldığını söyleyemeyecek olsak bile gerek kişilerle kurduğu diyaloglar gerek tasvir olarak güçlü bir anlatım ile okurken size kurguda bir aksaklık olduğu hissini uyandırmaz.
Roman çok kısa olarak Hayata Dönüş Operasyonu’ndan da bahsetmiştir. Romanda kurgusal olarak hatalı olmayan ve iyi irdelenen tek sosyal sorun Tarlabaşı’nda ki kentsel dönüşümdür. Yazar burada kendi görüşlerini Nevzat ve Nazlı Hanım aracılığıyla söylemiş diğer fikirleri ise Kara Nizam, Barbut  İhsan gibi kişilerle aktarmıştır.
Yazar sosyal sorunları genelde geriye dönüş tekniği ile anlatmayı seçmiştir. Hatta romanda Gezi Parkı direnişini kullanmak için romanı gelecekte başlatmıştır.
Romanda yer olarak İstanbul’un Beyoğlu semti ve Tarlabaşı seçilmiştir. Yazarın tasvir yeteneği çok başarılıdır. Her yeri açık olarak belirten yazar kuvvetli ortam tasvirleri yapmıştır. Beyoğlu ve Tarlabaşı’nın dışında Nevzat’ın evinin olduğu yer Balat ve Polis merkezi de mekân olarak seçilen diğer yerlerdir. Yazar cadde cadde, sokak sokak oldukça ayrıntılı yaptığı tasvirler de mekânların tarihlerinde de bahsetmektedir.
Mekân olarak neden Tarlabaşı’nı aldığını ise yazar şöyle açıklar:
 “Tarlabaşı aslında bugünkü sorunlarımızı ele alan bir mekan. Simgesel bir mekân. Çünkü şehrin göbeğinde ne yazık ki geri kalmış bir mekan. İnsanların hayat mücadelesi vermeye çalıştığı, namuslu insanların ayakta kalmaya çalıştığı bir alan. Bu alan kentsel dönüşüm ile çok da gündemde. Tarlabaşı'nın bize söylediği bir şey var. O da şu: 'Tarlabaşı niye bu hale geldi? Şehrin göbeğinde neden böyle bir yapılanma var. Çünkü biz yıllar önce ırkçı tutumlarla hükümetlerin ve devletin ırkçı politikaları ile oradaki insanları ötekileştirdik. Yaşanan olaylar ile oradaki insanları sürdük. Sürünce ne oldu? Yerine böyle ezberilik ve darabet çıktı. Bugün de aynı sorunları yaşıyoruz. Bugün bize gerekenler herşeyden daha fazla ötekileştirmemek. Birlikte yaşamak. Farklı yaşam tarzlarımız olabilir. Farklı inançlarımız olabilir, hayata dair farklı görüşlerimiz olabilir. Önemli olan hepimizin bu farklılıklar içerisinde yaşayabilmemiz. Bu mümkün müdür? Elbette mümkündür. Çünkü buradaki Romalılar böule yaşıyordu. Osmanlı'da böyle yaşanıyordu. Bizde böyle yaşamalıyız. Başarının, ülkenin ileri gitmesinin, ülkenin barış içerisinde hoşgörü ve güzellik içerisinde yaşamasının tek yolu budur.” ( Adıyaman:2013- röportaj)
Romanın zaman olarak gelecekte geçtiğini ve dört gün içinde geçtiğini söylemiştik. Roman, gelecekte geçse de romanın zaman akışında bir geriye dönüş yoktur. Yılbaşı gecesi başlayan roman Ocak ayının başında son bulmuştur.
Romana genel olarak bakacak olursak akıcı, tasvir gücü yüksek ancak kişi tahlilleri zayıf, kullanılan dil ile romanın geçtiği yerin dili arasında fark vardır. Her ne kadar bir cinayet soruşturması ve birçok cinayet olsa da bir polisiye roman demenin güç olduğu bir romandır. Birçok sosyal soruna parmak basmak ve mesaj vermek amaçlanmıştır bu da romanın kurgusunda sıkıntılara yol açmıştır. Bu kurgusal hatalar ve verilen sosyal sorunların çoğunun havada kalması, idealize etme amacıyla kullanılan dilin mekânın geçtiği sokak jargonunu yansıtmaması romanın edebi değerini düşürmüştür.

Kemal Hatemcan Kum - Hacettepe Üniversitesi

KAYNAKÇA
MORAN, Berna. “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3.” İletişim Yayınları. İstanbul. 2009

ÜMİT, Ahmet. “ Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”Everest Yayınları. İstanbul. 2009

____________. “ Bir Mezarlık Yaratacak kadar çok adam öldürdüm.” (Röportaj: Pınar Erbaş) 24.11.2013  < http://www.hthayat.com/kadinca-hayat/roportajlar/haber/1017330>


____________. “ Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” ( Röportaj: Ömer Adıyaman) 24.10.2013       < http://www.son.tv/haber-209756 >